Kelama bulanmak
Saat 22.43. Yoldayım. Toplu taşıma araçlarından birine bindim eve gidiyorum. Sol tarafımda hiç tanımadığım biri... Hayallere indirim uygulayacak değilim. Hele ki yorgunluğun üzerine uyumak... Uyku neydi? Kemiklerim ağrıyor kök mü kökledim ne? Açlık dâhi hissetmiyorum, özlem yanı başımda dururken...
Sahi ne zamandır duymadım sesini, görmeyi hayal bile edemiyorum... Eve gitmek istiyorum, duvarlarımı özledim. Anlatmak istediklerim var kara kaplı ajandama... Gecenin bir karanlığına karışıp yürüyorum, zere korku yok, endişe yok…
Her halini biliyorum sanki
Her sözünü duymuş gibi.
Bazen olmadık zamanlarda aklıma geliyorsun, uykularım kaçıyor... Saate bakıyorum belki uyuyordur diyorum... Ellerimi başımın altında bağlayıp kendi kendimi gülerken yakalıyorum... Sözlerini hatırlıyorum ayaklarımı yerden kesen sözlerini başka hallere bürünecek oluyorum, korkuyorum "neyi çok sever, bağlanırsan onu kaybedersin" sözünü anımsıyorum.
Uykularım ayaklanıyor, burada bir yerdeydi şu velet. Dumanların içinde kaybolup giden düşüncelerimi tutmak istemiyorum... Özlem yanı başımda dururken... Sahi ismin, cismin neydi? Neden bana bu kadar yakın geliyorsun? Kafam bulanıyor. Berzah âlemindeki mü'min ruhlar kendi aralarında irtibat sağlayabildikleri gibi, dünyadan da haber alabilirlermiş. Beynimin içinde gezen bu düşünceyi derinleştiriyorum. Ruhlar âleminde ruhlar görüşüyor, tanışıyor, bazıları uyuşuyor, bazıları uyuşmuyor. Doğumla birlikte insanın cismanî varlığı ortaya çıkıyor ama bedene hâkim olan yine ruh. Bu sebeple daha önce ruhlar âleminde birbirini seven ruhlar bedene girdikten sonra da bu sevgiyi devam ettirirler... Dumanı savururken, “Leyla öldü, Mecnun öldü aşk sağ kaldı” sözünü hatırlıyorum... Aşk neydi? Aşk, öksürük gibiydi... Deyip susuyorum... Bu haller bana iyi gelmiyordu, uykuyu tekrardan davet etsem iyi olacaktı.
Saat 23.47. Neredeyse gün dönecek, evdeyim... Papatya çayı hiç fena olmazdı, daha sakin ve rahat uyku için... Kaynaması için ocağa bıraktım suyun başından ayrılıp odadan ajandamı mutfak masasının başına getiriyorum. Mizan yapıp ufaktan yüreğimin ekmeğinin Z raporunu almam gerekiyordu... Kara kaplı ajandam...
Sanki yazmamı istemezler gibi... Telefona gece gece düşen bir mesaj ile kalemi tekrar bırakıyorum. Biri geçenlerde yayınlanan "iki günlük" yazı için methiyeler sıralarken kendi gönlümün methiyelerini defterime yazmak kısmet olmuyor... Yazamamanın sancısı içerisinde debelenirken papatya çayı demlenmeyi bekliyordu... Peki, kelimelerin, ajandamın ortalıkta kalması...
Eksikliğini hissediyorum. Bu yüzden yazmakta zorlanıyorum bu aralar... Yüreğimin derinliklerinde hissedeceğim o kelimelere ihtiyacım var. Kiminle konuşursam konuşayım pür dikkat dinliyorum ki bir şeyler yakalayabileyim. Olmuyor… Geçmişe dönüyorum neredeyse iki ay boyunca aralıksız yazdıran hakkında hiçbir bilgi sahip olmadığım altmış üç yaşındaki adamı, kelam sultanını düşünüyorum. Nasıl tanıştığımızı, hangi yolculuklardan geçtiğimi, Batman geliyor sonra aklıma sonra önümdeki defterime geri dönüyorum… İhtiyacım olan o kelamı bulmakta zorlanıyorum, hissediyorum…
Karşı tarafın sürekli yazılarımı takip ettiğini beyan ettikten sonra neden yaşlılar dikkatini çekiyor diye soruyor... Yazının içerisinde konu edindiğim daha doğrusu yazdıran o güzel insanlar gözümün önünden tekrardan geçit yapıyor. Nasıl anlatabilirim ki kelam Sultanını? Altmış üç yaşındaki adamı, Eyüp Sultan'da yatanları, yolculuk esnasında karşılaştığım insanları, ayakkabı boyacısını, cami içindeki kediyi, ağaçta asılı bir yaprağın bendeki etkisini...
'Sizin "yaşlı insanlar" diye nitelendirdiğiniz bütün insanlar tecrübe, tarih, edebiyat kokuyor. Her ateşin dumanı gözükmez bazen için için yanar' diye karşılık verip müsaade istedim...
Artık çay ile beraber kelimeler de demini almış görünüyordu... Hoş bir seda bırakmak istediğim yazılarımda ömrümden sonra en samimi ve en yalın halimle hatırlamalıydı insanlar... Kavgamızın, telaşımızın boş yere olduğunu, bir dost sedası veyahut yüreğimizi titreten insanların o bir kelamının bu kısa yolculukta en mühim olduğunu dillendirmem gerekiyordu...
Evet... Kalem yavaş yavaş dokunuyordu kara kaplı ajandama... Bir babanın çocuğunun saçlarını okşaması gibi, sevgilinin sımsıkı sarması gibi sarıyordu işte kelimeler…
Saat 01.53. Dün gece yarısı 3'te uyanmama rağmen hala uykusuzluk çekmiyordum hâlbuki yolda başımı koyduğum yerde uyuyacaktım.
“Ballar balını buldum/Kovanım yağma olsun.” Yüreğime işlenen bu sözü duyduktan sonra söylediğim tek kelime buydu… Kazandığım, kazanabileceğim servetin hepsini harcasam bile elde edemeyeceğim tek şeydi “dostun” sıfatını alıp yüreğinde bir yerde yerimin olması… Yerim belliydi, olması gereken yerde belliydi artık. Ne olursa olsun bir insanın yüreğinde yer edinmek gibi bir derdimiz olması lazımdı bizim… İmkân vardı lakin derdimiz yoktu bilincinde değildik…
Yazamıyorum… Koskoca sayfaya “Ballar balını buldum/Kovanım yağma olsun.” Yazıp bırakmıştım… Anlatılamayacak lakin insanın ayağını yerden kesecek bir sözdü bu… Yunus Emre dediyse daha ne olsun…
Sandalyeye geri yaslanıp düşünüyorum. Uykuma kastı olan düşüncelerim devam ediyordu, İnatla yerimden kalkıp ajandamı kitaplığa geriye bırakıp uykunun kollarına dönmeye çalışıyorum.
Saati iki etmiştim artık. Her nerede ve ne halde ise sizi siz edecek o kelamı bulmanız niyazıyla… Esen kalın…