7 Ekim tarihinde başlayan Hamas ile Filistin arasındaki mücadele dünya gündeminde hiç olmadığı kadar yer almış vaziyette. Aslında Filistinli guruplar ile İsrail arasındaki bu mücadele, 1948'den beri inişli-çıkışlı olarak dünya kamuoyundan uzak-gizli olarak süregelmektedir.
Ortadoğu'nun merkezinde bulunan bu coğrafyayı ve halkını tanımadan taraflar arasındaki tarih boyu süren bu savaşın nedenini anlamak pek mümkün olmayacaktır. Zira her iki taraf da hemen hemen aynı argümanlar ile ‘’Burası bizim ata/vadedilen topraklarımız...’’ karşısındakini tenkit etmekte, bununla da kalmayıp en mukaddes olan insan canın ötesinde bir değer arzeden Filistin-Kudüs davası için canlar pahasına sahip çıkmaktadırlar. Öyleyse nedir bu Filistin-Kudüs meselesi.?
Filistin meselesi 7 Ekim’de başlayan bir çatışmadan ziyade kökleri tarihe uzanan milletler arası hatta dinler arası bir forma sahip uluslararası bir konudur. Böylesi derinliğe sahip bu konuyu anlamak için Filistin'in tarihine kısaca göz atmamız gerekecek.
Filistin 1918 yılına kadar Osmanlı egemenliğindeydi. Başta 1897 Birinci Siyonist Kongresi ve 1917 Balfour Deklarasyonu olmak üzere, Filistin topraklarında bir Yahudi vatanının kurulmasına ilişkin iddiaların kamuoyuna duyurulması, bölgedeki gerilimin en erken tohumlarını başlattı. Bu dönemde kayda değer bir göç yok iken Almanya'da Nazizm’in yükselişe geçmesiyle 1920'den 1948'e kadar yönetimi elinde bulunduran İngiliz manda yönetimindeki Filistin’e 350 bin Yahudi yerleştirilmiştir.
İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesinden bir gün sonra 15 Mayıs 1948 tarihi Filistinlilerce Nakba (Büyük Felaket) olarak anılmaya başlandı. Bu süreçte İsrail’in etnik temizlik yaptığı Filistin halkının yarısını, yaşadıkları topraklarından sürülerek başka ülkelere göç etmeye zorlandılar. Bu ani büyük göç, doğal olarak yerel halk ile beraber çevre ülkelerin itirazlarının artmasına yol açtı.
5 Haziran 1967 Pazartesi günü İsrail ile Arap komşuları Mısır, Ürdün ve Suriye arasında başlayan ve sadece 6 gün süren savaş, bölgedeki Arap-İsrail arasındaki en büyük savaştır. Arap İttifakı'na Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas ve Cezayir de asker ve silah yardımıyla katkı sağlamışlardı. Buna rağmen savaş, İsrail'in kesin üstünlüğü ile bitmiştir. Savaşın sonunda Mısır'dan Sina Yarımadası'nı, Suriye'den Golan Tepelerini ve Filistin'in Gazze Şeridi ile Batı Şeria topraklarını alan İsrail, topraklarını altı günde dört katına çıkarmıştır.
22 Eylül 1948'de Mısır tarafında bulunan Gazze'de bir Filistin Hükûmeti kurulsa da resmi olarak Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Başkanı Yaser Arafat 15 Kasım 1988'de Filistin Devleti'nin kuruluşunu ilan etti. 1993'te Oslo Anlaşmalarının imzalanmasından bir yıl sonra, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ndeki bölgelerini yönetmek için Filistin Ulusal Komitesi kuruldu.
Hamas 2006'daki seçim zaferinden sonra Garantör dört ülkenin dış yardım programını askıya alması ve İsrail tarafından ekonomik yaptırımlarla sonuçlanan taleplerini reddetti. Haziran 2007'de Hamas'ın Gazze Şeridi'ni ele geçirmesinin ardından, resmi olarak Filistin Yönetimi olarak tanınan bölge Batı Şeria'daki El Fetih ile Gazze Şeridi'ndeki Hamas arasında bölünmüş oldu. 2014 yılında hem Fetih hem de Hamas'tan oluşan Filistin Birlik Hükümeti kurulsa da halen taraflarca uygulanamamaktadır.
1967'da Altı Gün Savaşı'nda İsrail'in Filistin topraklarını işgal etmesiyle başlayan bu süreç, İsrail'in girdiği her savaşta başta küçük olan topraklarını giderek büyütmesiyle devam etti. 1917 yılında Filistin topraklarının yalnızca %1,5’ini elinde tutan Siyonistler bugün Filistinlilerin elinde kalan son %15’i kadar topraklarını da işgal etmekle kalmayıp, yaşamalarına dahi tahammül edememektedirler.
Halbuki bütün dinlerce kutsal olan bu toprakların tarihinde Haçlıların vahşetine rağmen Hz. Ömer’in Emannamesi, Selahaddin Eyyubi’nin asaleti ve Osmanlı Devleti'nin hizmetleri damga vurmuştur. Hz. Ömer’in Kudüs’ü teslim aldıktan sonra bölge halkına verdiği emanname ile Kutsal Topraklarda üç semavi dinin mensupları da huzur içinde yaşamaya başlamıştır. 1099’da Kudüs’te 462 senelik İslam hâkimiyetine son veren Haçlılar, Kubbetüs Sahra’yı yağmalayarak Mescis-i Aksa’ya sığınanları da kılıçtan geçirdi. Selahaddin-i Eyyubi 2 Ekim 1187 Miraç gecesi Kudüs’e girerek 88 yıllık Haçlı idaresine son verip Kudüs halkına merhametli davranarak canlarını bağışlayıp Kudüs’ten çıkmalarına izin verdi. Filistin’de Osmanlı dönemi 1516’da Yavuz Sultan Selim zamanında Kudüs’ü fethi ile başladı. Bölgenin tamamının fethi ise Kanuni Sultan Süleyman döneminde gerçekleşti. Bölgede gözle görülür izler bırakan Osmanlılar pek çok iç ve dış badireler atlatarak 400 yıl bu kutsal toprakları korumayı başardı. Bölgede Osmanlı egemenliğinin sona ermesi, başta Filistinliler olmak üzere tüm coğrafya için acılarla dolu dramatik bir sürecin başlamasına neden oldu.
Filistin de yaşananların temelinde sadece bir toprak kapma meselesi olmayıp kutsal kabul edilen Kudüs/Mescidi Aksa’ya sahip olma mücadelesi yatmaktadır. Mescidi Aksa, Kudüs’ün doğusunda, üzerinde Kıble Mescidi ve Kubbet-üs Sahra’nın bulunduğu iki yüzden fazla yapıyı barındıran 144 dönümlük alanın tamamıdır. Müslümanların nezdinde Mescidi Aksa, Mekke’deki Mescid-i Haram ve Medine’deki Mescid-i Nebevi neyse Kudüs’teki Haremi Şerifte odur ve Müslümanların ilk kıblesidir. Günümüzde Mescid Aksa denildiğinde ilk akla gelen adeta sembole dönüşmüş olan altın kubbeli sekizgen Kubbet-üs Sahra ise Emevi Halifesi Abdülmelik bin Mervan zamanında yapımına başlanan İslam mimarisinin ilk şaheseridir. MESCİD-İ AKSA denilen yer aslında Kubbetü’s Sahra ve Kıble Mescidi’ni de kapsayan 144 dönümlük bir alandır. Yahudi inanışına göre ise Kubbet-üs Sahra’nın üzerine inşa edildiği muallâk taşı, Süleyman mabedinin yeniden inşa edileceği yer olarak görüldüğünden dolayı vadedilen Siyonist devlet mitine ulaşmak için adeta araçsallaştırılmaktadır.
Bugün şahit olduğumuz kadın-erkek sivil-asker çocuk-hastane cami-kilise ayırmaksızın yapılan onca haksızlık, sürgün ve cinayetlerin sebebinin insanlara Rab’leri tarafından verilmiş bir emir olduğuna inanmak dindarlıkla değil ancak bağnazlıkla açıklanabilir. Bu Allah’a iftira atmaktan ve diğer insanları da kandırarak bu zorbalığa inanmaya zorlamaktan başka bir şey olamaz. ‘’Şurası kesindir ki Allah, insanlara zerre kadar zulmetmez. Ne var ki, insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar.’’ (Yunus, 44)
Şunu bilmek gerekir ki, İslam'ın kutsal topraklarının yeniden asli kimliğine ve sahiplerine kavuşturulması için verilen mücadele de kutsaldır. Ortada bir gayri meşru işgal ve gasp bir de bu işgale karşı meşru hakların geri alınması gayesiyle yürütülen mücadele vardır. Bu mücadelede belki bazen birtakım stratejik manevraların yapılması söz konusu olabilir ama hiçbir zaman bu mücadelenin terör diye nitelendirilmesi söz konusu olamaz. Çünkü oradaki insanların yurtları ellerinden alınmış, insanları sürgüne gönderilmiş, kutsal değerleri kirletilmiştir. Dolayısıyla o insanlara cihad farzı ayn olmuştur. Bir insan üzerine farzı ayn olan dini ve aynı zamanda vatani bir görevi yerine getiriyor diye kınanamaz, terörist olarak adlandırılamaz.
Ayrıca Filistin toprakları üzerinde verilen cihad Resulullah (s.a.s.)'in müjdesine mazhar olmuş mubarek bir cihadtır. İşte bu sebeple kendilerine meydan okuyan dünyanın en güçlü ulus devletlerine ve teknolojilerine rağmen izzet ve metanetle karşı koymakla kalmayıp adım adım zafer naraları atarak düşmana korku salabilmektedirler. Resulullah (s.a.s.) bir hadisi şerifinde şöyle buyuruyor: "Ümmetimden bir grup sürekli hak üzere hareket edecek, düşmanlarına üstün geleceklerdir. Allah'ın emri gelinceye kadar (onların bu cihatları devam eder), kendilerine muhalefet edenlerin muhalefetleri onlara bir zarar vermez." "Onlar nerededirler ey Rasulullah?" diye sorulduğunda şöyle buyurdu: "Beyti Makdis' de (Kudüs'te) ve Beyti Makdis' in (Kudüs'ün) çevresindeki bölgelerde." (Taberani, 317/20)