Çay şakaya gelmez... Bardakta bırakırsan soğur, sürekli kaynarsa acır, durdukça bayatlar... İnsanda öyledir. Şakaya gelmez bazen söylenen sözlerden değil söylenmeyen ifade edilmeyen kelimelerden kırılır, çok beklerse sonradan gidilen ya da gelinen yolların manası olmaz, zamanla soğur ısıtsan kelimeler kifayetsiz kalır... Sonra ne yaparsan yap pirincin taşını ayıklayamaz duruma gelirsin...
Çay ısmarlamak gönülden bir sandalye çekmektir, içtikçe gözlerin dalar uzağa, onlarca kelimenin yapamadığını yapar... Hele de yanında seni seni tımar eden biri varsa... Öyle ya sadece dilin değil yüreğinde üslubu bozulur bazen... Beyin, yüreği sigaya çekerken cevabı olmayan sorular karşısında kırbacını çekebilir oysa tımar lazım yüreğe... Tımar dediğin şey iki kelam bir çayla masa başında... Gözlerine bakabileceğin samimiyetinden zerre şüphe etmediğin insanla... Çayla...
Sahi ne diyordu "ben samimiyeti ayak sesinden bilirim" biliyordu ayaklarımdan önce yüreğimin dört nala koştuğunu... Ettiği kelam yağlı urgandan alıp sabahlara çıkarıyordu... Bir şeyler oluyordu kendisi bile bilmiyordu ama akıl bedenden atıp, yüreğe tımar gerekiyordu kim bilir belki de bu yüzden "delisin" diyorlardı...
Bir pazar günü; Saatlerdir bir masanın başında oturmuş ne yapmam gerektiği hususunda düşünüyorum… Sol tarafımda ki kitaplığı düzenleyeyim, diye geçiriyorum içimden ama yerimden kalkmıyorum… Sağ tarafımda duran çaydanlığa gözüm ilişiyor, bir bardak daha çay içeyim diyorum…
Çayı doldurup önüme koyuyorum, içemiyorum unutup gidiyorum. Çayım bardakta soğuyor…
Neler geçmiyor ki içimden… Yorulduğumu hissediyorum beklemenin ne kadar yorduğu hissiyatı benliğimi kaplıyor hiçbir şey yapasım gelmiyor… akşam olsa da uyusam diye bekliyorum… Her şey olup bitene kadar sabah olmasa, olur mu ki?
Ya da gideyim… İnsanlıktan nasibini almamış bir yığın zerzevat ile muhatap olmaktansa gideyim diyorum… Nasıl gideceğim, nereye gideceğim diye düşünürken hayaller alemine dalıp gidiyorum. Geçmişin özlemi vuruyor bu sefer kıyıya… Yerimden kalkabilsem… Gözlerimi pencereden ayırsam…
İçim içime sığmıyor. Buruk bir tat var ağzımda, sol işaret parmağım da yaralı… Ellerim soğuktan çatlamış… Şikayet etmek istiyorum, peki kime?
Dost sancısı çekiyorum yok yok bu başka bir şey diyorum… Buz gibi olmuş çayı bir yudumda dikiyorum. Yenisi için çaydanlığa başvuruyorum…
İçimdekileri dökmek öfkemi kusmak istiyorum yapamıyorum… Tuhaf bir haldeyim nefret duygusu oluşmaya başlıyor karakterimi ikiye bölüyorum. Tahammül sınırımı aştığımı hissediyorum zaten ne diyordu büyükler İNSAN SEVDİĞİNE SABIR, SEVMEDİĞİNE TAHAMMÜL EDERMİŞ… Kilometrelerce uzaklıkta dört duvar arasında tahammül sınırımı korumaya çalışıyorum… Kimseyle muhatap olmasam… Olmuyor ki…
Yorulduğumu hissediyorum… Biraz da bıktığımı… Bir şeyler yoluna girene kadar uyusam… Uyanmasam… Her şey düzelince biri beni uyandırsa… Olur mu ki?
Olmuyor… En iyisi yerimden kalkıp bir iki kelam yazmam lazım… Kağıdı özlediğimi hissediyorum ve başlıyorum yazmaya…
Tahammül sınırımın son noktasında çığlık çığlığa kalıyorum,
Duy beni kanlı şehir, insanını sevmiyorum…
Ekmeğin bile kanlı… deyip bırakıyorum kalemi…
Yazmakta kar etmiyor bugün…
En iyisi çay içmek yoksa küsüyorum…
Arkadaşın "cehennemi yarıp geçiyorsun, az fevri hareket etme, sonunu düşün" dediğini anımsıyorum... Yarılan bütün yerleri bir bardak çay ile kapatıp şekeri kaşığı öteye itiyorum... Böyle iyi... Çayım ve ben... Dedim ya 'çay şakaya gelmez'...