Saçma bir telaşa kapılıyorum oturacak yer davası güden benliğimin farkına varıp, dur! İhtiranı çekiyorum. Telaş etmemeyi öğrenmesi gerek. Sarı çizginin bir adım ötesinde beklesem de 8 vagonlu yer altı treni önüme gelince hemen büyük adımlarla önümdeki insanı sollayıp oturacak yer ediniyorum...
“Bir yerim olmasın mı? Canım" diye kendimle uğraşırken içimdeki başka bir ses “yakıştı mı?” Diyor...
- ‘yakışmayacak ne var?’ Diye soran beynim savunmaya devam ediyor ‘önünde bekleyen kadın yanına oturmadı mı?’
Başka bir boyuta geçiyorum. Yüreğimin derinliklerinde ki gizli hazinenin kapı aralığından gelen sese kulak kabartıyorum; "aldığın nefesi verme garantin yokken ne bu telaş? “Diyor ve devam ediyor, Sakin ol, Sükûneti elden bırakma kulağını her sese kabartma...
Olayı kapatıyorum derken aklıma Cuma günü Çameli de(Denizli’nin ilçesi)çeşme den su doldururken yaşlı bir amcanın elinde iki tane cam şişeyle yaklaşıp şakacı bir dille "azıcık bana da bırak" demesi geliyor... Hafiften sağ omzumun üzerinden amcanın yüzünü görmeyi çalışırken güneş buna engel oluyordu. Ancak ellerindeki şişeleri görebildim. Dönüp dikkatli bakmak olmayacağı için hafif bir tebessümle "bıraktım amca bıraktım" deyip ayağa kalktım. Lakin nedendir bilmem, başımı kaldırıp amcanın yüzünü bakmadan ‘hayırlı günler’ dileyip yanından ayrıldım... Böyle durumlarda arifane söz aramayı dedemin cenazesinde öğrenmiştim… Dedemin yattığı döşeğinin üzerinde diz çökmüş vaziyette iki gözü iki çeşmeyken, elini omuzuma atıp "Sel gider, kum kalır ahir zaman. Emir Allah'ın kızım” Diyen yaşlı bir teyze yüreğime su serpmişti. Yerden göğe kadar haklıydı. Okuma yazması bile olmayan bir kadın ihlas dersini vermişti cenaze evinde. O yüzden benden büyük insanları başka bir tatla dinler hayatımda düstur olacak tecrübeleri edinmeye çalışırım... Öyle ya parayla alamayacağımız tek şey tecrübe…
...
07.16 Hastahane, Adliye diye bir yerdeyiz. Kartal tarafı. Başımı kaldırıp etrafımı süzüyorum. Ben dâhil herkesin elinde telefon kimisi de uyukluyor... Kayda değer bir şey göremiyorum telefondaki not defterime dönüp devam ediyorum çalakalem yazmaya… Önüme bıraktığım düşüncelerimin içerisinden sıyrılıp içinden en uygun olanı alıyorum...
…
"Demir tavında dövülür"... Ayda bir iki defa ihtiyar heyeti dediğim ve altmışlı, ellili, kırklı yaşların içinde en küçüğü olan bendenizle rutine bağladığımız bir pazar buluşması için toplandık... Çayımız demlenmiş koyu bir sohbet için adımlar yavaş yavaş atılıyordu...
“Demir tavında dövülür" bunun sözler içinde bir yeri elbette vardı...
Yaş üzerine sohbet ederken Hasan Abi’nin yaşını söylemesiyle içimizdeki en ihtiyatlı ihtiyara dönüp;
- Doğru mu? Diye sordum
- Hasan ne diyorsa doğudur, Dedi.
Güven… Dedim sustum… İlerleyen muhabbet esnasında başka bir konuda ihtiyar konu ile ilgili deneyimlerini paylaşırken Hasan Abiden aynı tepki geldi
- “ihtiyar ne diyorsa doğrudur.”
Noktalanmış ikinci bir güven kelimesini de kapatıp o hikmetli sözün içerisinde doldurduğum çay bardağı ile kaybolup gidiyorum… Bu kaçıncı çaydı?
…
“Demir tavında dövülür” … Demirin dövülmesi yani şekillendirilebilmesi için uygun olan zaman dilimini işaret ediyordu. O süreyi ayarlayamayan insanların alması gereken bir dersti bu… Sanki tuzlu su içip yanan, yandıkça içen insanı çağırır gibi veyahut adam yandıkça kul olur sözüyle akrabalığı var gibiydi…
Mırıldandığımız bir şarkı, okuduğumuz bir öykü, gecenin bir yarısında tuttuğumuz şavk… Çölde bulduğumuz vaha. İstediğimiz bağımsızlığımız. Düşünsenize kamıştan yapılan, kaval biçiminde olan üfleme ile içli içli ses çıkaran neyi çalmanın bile zamanı yok mu? Neyi üfleyen, insanın feryadı değil midir? Onun bir zamanı yok mudur? Ekmekçinin koca hamur teknesine saldığı maya bile tavını beklemez mi?
Peki, bizler demiri dövmek için tavımızı nasıl, ne zaman alacağız?