Anlatılamayacak kadar derinlerde bir yerde ne konuşarak nede susarak anlaşılabiliyorum. Derdim var desem yalan söylemiş olurum ama yok demeye de dilim varmıyor... “Yokluk” Deyip susuyorum... “Yokluk”.
Bir şehri ateşe verilmişte bir ben sağ çıkmışım gibi ne yana dönsem ne yana baksam bir sancıyan yanımı hissediyorum. Olmazlar ülkesinde bir kadehin dibi görünüyor... Her şey muamma... Acı uyuyor, uyandıramıyorum. Bir çift göz var bakmaya korktuğum.
Kahkahalar boğuyor beni, zoruma gidiyor bunca huzursuzluğun içinde ki gülüşler... Bütün düşüncelerimi kurşuna dizesim geliyor böylelikle kapatıyorum 06.08.2023 aksamının mizanını.
İçimdeki çocuk durmadan ağlıyor, annesinin elini kaybetmişte gidecek bir yer bulamamış gibi. Ses titrek. Konuşmaya daha çok var belli ki...
06.22 gibi başlayan hayat koşturmasına bugünde “Bismillah” dedik... Gebze, Tavşantepe oradan Yenisahra serüveni başlamış oldu. Ayaklarımın gittiği yollarda ruhum bir cam kenarında ağlamaklı... Evden çıkıp giden anne, babanın ardından bakakalan küçük çocuk edasıyla gözleri dolu-dolu, sesi titrek... Dün gece sokakta bıraktığı ruhu ezilmiş, ay şavkında yol arıyor gibi ...
Öyle değil midir? Bazen bilmediğimiz huzursuzluklar sizi esir alır neyin ne olduğunu bilemez kavrulur durursunuz o ateşte... Güzelliklerin üzeri örtülmüş de gözlerimiz hep gidemediğimiz yolarda olur...
Kalbimi yokluyorum aşka dair bir şey yok bana ait olmayan sevdaların hüznünü yüreğimde taşıyorum. Yakıştıramıyorum kendimi bu hale sonra silkilip kendimi teskin etmeye çalışıyorum. Heybetli bir duruş sarıyor benliğimi... “Yakışmaz” Diyorum “kaldır başını ve yürü... Ağlamak da nedir?” Diye soruyorum. Ağlamak nedir? Bir anda kendi ellerimle siliyorum gözyaşlarımı. Başımı kaldırıp etrafımı izliyorum Yabancıyım buralara, tanımıyor bilmiyor gibiyim, kaçıp evime geri dönmek istiyorum. Birden kırılıyor, ne kadar çaresiz olduğumu hissediyorum... Saat 07.56 gibi yeni sahrada yanında üç köpekle gezen kadını görüyorum. Utanıyorum bana ait olduğunu düşündüğüm ama hiçbir şeyin bana ait olmadığı yaşamımda. Düşünsenize nefesimiz bile bize ait değil… Ne kadar da rahatım... Rahatlık batıyor bazen sanırsam... Akabinde Cumartesi gece elinde ilaç poşeti ile ayakkabısının üzerini basmış, yürümeye mecali olmayan adamı hatırlıyorum... Yuh olsun! Diyorum taşıdığımız kalbe... Sonradan aklıma geliyor bize ait olmayan bedenin, nefesin kalbi bizim olabilir mi?
Telefonun diğer ucundan dualarını her daim talep ettiğim kişiye dönüyorum, “Dua etmeyi mi bıraktınız?” Diye soruyorum. Ve cevap gecikmiyor “bu zanna nereden vardınız?” haklıydı zan yapıyordum. Lakin çok kuvvetli bir şekilde hissediyorum. Yüreğimi sıkan bu şey boş değil…
Ve o kişiden muhteşem söz inci gibi önce gözlerimin önüne sonra aklımı hükmetmeye başlıyor. “Ruhundaki boşluğu ruhu dolu olanlarla daha çok ünsiyet kurarak telafi edebilirsin” sen bulman gerekeni buldun zaten, farkında değilsin. Hazine üstündeki dilenci gibi olma.” Kişinin cümlelerini okurken diğer yandan da nasıl sorusunu sorup bulamıyorum diye omuzlarımı düşürecek oldum. Ve reçete yazılmıştı ne yapmam gerekeni tekrar teker sıralayan kişi son sözüm olsun” deyip bugünlük belki de son nasihatini da ekledi; “Evini temiz tut misafir gelir, Kalbini temiz tut ecel gelir”
Kim bilir bunca yürek daralması eceli davetiye çıkarmış olamaz mı? Eee Azrail misafir kalkıp gitmek ister diye daha önceden dememiş miydik? Bu işler böyle…
Ve Saat 08:11… Bir harman düşünceleri kapının önünde bırakmayı cesaret edemeyip sağ elimde bir bardak çayla masama geçiyorum... Ve olup biten her şeyin farkındayım… olup bitenlere razı gelemiyorum. Her gün yolculuk ettiğim bu sahada gördüğüm herkese karşı yabancı kalmakla birlikte bu devrin suçlusu, insanı olmak bile beni ziyadesiyle üzüyor. Kabul edemiyorum yer yüzünde olup biten onca kahpeliğe… Ve kararmış kalplere.
Velhasılıkelam… Yuh olsun, kıymet bilmeyen emaneti sahip çıkamamış, kalbini karartmış bizlere...