Biraz uzunca olacak ve uzun diye okumadan geçmeyi düşüneceksiniz ama olsun belki bir kişi okur düşüncesiyle bu haftayı bir hikâye ile başlamak istiyorum… Belki de hepinizin bildiği ama benim tekrar etmekten geri durmadığım hikâye Mevlana ile Şems arasında geçiyor…
Şems, Mevlana’dan ısrarla Şarap getirmesini istiyor. Mevlana her ne kadar ‘Bu iş yüzünden Tanrı’nın karşısında şeref ve haysiyetim beş paralık olur’ Deyip kabul etmek istemese de sonunda o şarabı getirmek için ecnebi mahallesine gider. Oraya varıncaya kadar kimse onun ecnebi mahallesine gittiğini düşünmez ama ulaştığında insanlar hayret içinde onu takip etmeye başlarlar ve Mevlana’nın bir meyhaneye girdiğini, bir şişe şarap aldığını ve onu sakladıktan sonra dışarı çıktığını görürler.
Henüz ecnebi mahallesinin dışına çıkmadan mahalle sakinlerinden Müslüman bir grup onu izlemeye başlar ve sayıları an be an çoğalır ta ki Mevlana’nın imamı olduğu herkesin arkasında namaz kıldığı caminin önüne gelinceye kadar.
Hal böyle iken kalabalığın içinde bulunan Mevlana’nın rakiplerinden biri;
– Ey millet! Her gün arkasında durup namaz kıldığınız Şeyh şarap aldı…
Diye bağırdıktan sonra Mevlana’nın cübbesini çekip atar.
Milletin gözü şişededir. Adam devam eder:
– Mümin olduğunu iddia eden, sizin inandığınız bu münafık şimdi şarap almış ve kendi evine götürüyor.
Sonra Celalettin-i Rumi’nin yüzüne tükürür. Ve başına öyle bir vurur ki Mevlana’nın sarığı açılır ve boynuna dolanır. Halk, bu sahneyi gördüğünde özellikle de Mevlana’nın sessizliği karşısında kesin olarak Mevlana’nın sahte takva elbisesi altında onları bir ömür boyu kandırmış oldukları kanaatine varır. Sonuç olarak ona saldırmak için hazırlanırlar ve hatta öldürmeye niyetlenirler.
İşte tam o anda Şems birdenbire orada belirir ve haykırır:
–Gördüğünüz bu şişenin içinde sirke var. Zira her gün yemeğinde kullanıyor. Mevlana’nın rakibi bağırır:
-Şarap! diye bağırır alaşağı etmek istercesine.
Şems şişenin ağzını açar ve Mevlana’nın rakibi de dâhil olmak üzere oradaki herkesin avuçlarına, şişenin içindeki sıvıdan biraz döker.
Mevlana’nın rakibi başını döverek Mevlana’nın ayaklarına kapanır ve halk da Mevlana’nın elini öpüp dağılır.
Sonra, Mevlana Şems’e sorar:
– Bu akşam beni niçin böyle bir facianın içine sürükledin ve rezil rüsva olmama izin verdin? Şems der ki:
– UĞRUNA GURURLANDIĞIN ŞEYLERİN SERAPTAN BAŞKA HİÇBİR ŞEY OLMADIĞINI ANLAMAN İÇİN.
Sen bir avuç sıradan insanın saygısının senin için ebedi bir sermaye olduğunu düşünüyordun ama gördün ki bir şişe şarap aldatmacasıyla hepsi yok olup gitti. Senin sermayen işte bu kadardı ve bu gece bir anda nasıl yok olduğunu gördün. O halde öyle bir şeye tutun ki zamanın geçmesi ve olayların değişmesiyle yok olmasın.
Ne anladık, HİÇ çünkü dünya bir HİÇ. Ve HİÇ ’ten geriye ne kalır dersiniz? Aşk sağ kalır, muhabbet, sadık dost ve hiçbir şeyin yerini tutmayan samimiyet… Farkında değiliz ama hemen hemen hepimiz elimizde kefenimizle geziyoruz. Kimisi koşa koşa giderken kimisi de sürüne sürüne… Ecelden aman olduğu sürece imkânlar içinde Eyüp Sultan mezarlığında gezinirken nereye gömülürüm acaba düşüncesi hâsıl oldu, kim bilir?
Bütün soruların cevabını “nasıl olsa toprağa” Deyip kapatıyorum.
*Hangi şehrin toprağı kabul eder, bu bedeni.
Ele avuca sığmayan, sığınamayan canımı hangi kaldırımda ezerim.
*Bir türkü çalar kulağımın ardında...
Buz gibi bir hava ve kara gömülmüş bir beden düşlerim...
Düşlerim, toprağı özler...
Mezarımı kazın, bu hasretlik sürmez, Ocaktaki yürek pişmez.
Ölümü ayrılıktan saymayın, dostlar...
Vakit vuslatı delalet sayar...
Kaynatın kazanları, verin salayı, gassal hazır etsin beş bez parçasını...
Bütün heveslerimizi kalemin ucunda bıraktık
Varsa bir kaç dostumuz duaya saldık...
Kazın mezarımı, derin uykulara dalasım var...
Lakin gitmeden önce, Hiçlik âleminden bir dost ile iki bardak çay eşliğinde muhabbetin dibini vurasım var… Nasip…