Her kapıyı çalanı sen zannettim.
Oysaki hiç çalmamıştın kapımı. Nasıl bir doğrulmaksa bütün kapılara koştum. Hiç bir kapı eşiğinde izini bulamadım... Yoktun. Hiç gelmemiştin!
Bütün beklentileri öldürüp inzivaya çekildim, tokmak sol yanımı dövdükçe akıllandım. Akıl… Aklın işi yoktu bu yolda.
O sevsin diye değil sevdiğin için güzel geliyordu. Can pazarındaki canan, Can pazarı...
Hapis olmuş saatlerin içinden yırtıp attım perdeleri,
Çırılçıplak kalmış karanlık. Parmaklık ardında insaniyet namına bir şey bırakmamış. Görülen davanın ne savcısı var nede hâkimi... Faili meçhul...
Kıran mısın, kırılan mı? Öldüm mü yoksa sağ mısın? Bu yolda sağ olunmaz. Bilmez misin?
Bütün kapıları yokluyorum kapılar ardında dönen dolapları şahit olmak ne mümkün namerdin sofrası mert'in sofrasına karışmış... Bu sofra da tatlı bulunmaz ya acıdır ya zehir ya yersin ya da yedirir...
Başımı omzuna koysam sessizliğin dibini görsem bir sala da uyansa bedenim. Şehitler ölmez ya! Al bayrağa sarılmış dört inanmış adam eşliğinde
Uykunun yasak olduğu saatlere girmiş bulunmaktaydı, ruhum ve saat 04.27 belki uykum gelir diye açtığım Televizyon da "ezcümle" diye bir program vardı. Ufaktan kabarttığım kulağım iyice uykumdan etti. Alınacak ne can kaldı nede satılacak... Aşk şarabından yudumlamış adamın biri konuşuyor... Âşıklar da şehitler gibi ölmez ya!
Nereden bağdaştırdı bilemiyorum aklıma lise döneminde okulun önünden omuzların üzerinde giden cenazeleri hatırladım. Bu saatte nereden aklıma geldiyse… Lise döneminde ilçe de bir cenaze olduğu zaman ilçenin meydanında ki "çarşı camii" dedikleri cami de cenaze namazı kılınır sonra tabut omuza alınıp lisenin yakınında ki mezarlığa yürüyerek götürülürdü. Çam ağaçları ile dolu okulun bahçesinden gözden kayboluncaya kadar izlerdim. Son bir kez görür giderdi vefat eden kişi salına salına omuzlarda... Dedik ya insan sağ kalmaz bu yolda. Ölür ölmeden yola çıkılmaz...
Yusuf da yoktu, Kenan da Leyla da yoktu Mecnun da... Ama can vardı ne mutlu ulaşabilene ve ölenin sadece beden olduğunu bilene...
Tuhaf bir güne şahitlik ediyordum bugün... Geceden yağmur yağmış. Saat altı da dışarıdayım ve kuş sesleri çalınıyor kulağıma. Aylardan Ocak... Ocağın beşi. Yaz günlerini anımsıyorum, memleketimde. Sabah ezanlarında seherlerde, öten kuşları... Serinhisar... Adı gibi soğuk olan Serinhisar' ın o seher vaktinde kuşların uyandırışını özlüyorum... Daha bir hafta bile olmadan bu özlem neyin nesi acaba... Ben kuşları özledim. Üşümeden, balkonda onları dinlemeyi. Uçsuz bucaksız dinlediğim o nağmeleri...
“O saatte uyanık ol hiç bir şey yapamıyorsan türkü çığır ama o saatte uyanık ol” diyen adam geliyor aklıma... Eee daha dün kulağıma kar suyunu, yüreğime tohumları eken adam değil miydi bu adam?
Ne oluyor anlamıyorum bu aralar... Bu sefer 40 seneden fazla tecrübesini anlatırken kendinden emin olan 63 yaşında ki adam geliyor aklıma. Bir başka öğüt... “Hiç inmeyen uçak gördüm mü sen?” Diye sormuştu. Tebessümle hatırlıyorum, sorusunu. Öyle ya inmeliydi insan sonra çıkmalı. Hep yüksekte olan ne bilsin inişi...
Güne çok erken başlamanın getirdiği karmaşıklıktan ziyade çözüm isteyen ruhun çığlıkları bunlar... Güne çok erken başlamanın getirmiş olduğu uyku sersemliği. Hafızalara kazınan olaylara gidip gözlerimin bir ceket düğmesinde kilitlenip kalma noktası. Bin bir çeşit insanın içeresinde sadece kaleme odaklanıp hissiyatın son demleri
Ve ben metrodan iniyorum…