Şimdi diyeceksiniz ki ne anlatıyor bu yazıdan bir şey anlamadık. Haklılık payını size bırakıyorum. 05.47 de sağ elimle ittiğim yorganın altından kalkıp aynanın karşısında buluyorum suretimi. Suretimi bilmem ama ruhum bambaşka iklimde… Bilindik ağrılar, bilindik sorular, okunmayan mektuplar... Sırrına erince aşkın, hakikat güneş gibi kelamına bulanınca... Sen, sen olmaktan çıkıp kim oluyorsun? Kalpten kalbe yol olur mu? Onu aramalısın. Çıkmayacak bir yola revan olmak istemiyorum... Ve kalbin kimlerle haşırneşir olsun en önemlisi bunu düşünmelisin. Hava soğuk, evden çıkmak dahi istemiyorum. Peki, sen neredesin, olduğun yerde iyi misin? Sen kimsin? Bilirsin, cahilim. Söyler misin?
Gözlerim âmâ, dilim lâl kalbim taştan benim. Pamuk içinde köz taşımayı niyet eder gibi, ermek istediğim sırra kavuşur gibi anlatır mısın? Ben kimim, sen kimsin?
Ruhum aydınlık, eline kalemi alıp kâğıdın karşısına geçmek istiyor farkındayım. Bu aralar yazmam lazım demlenmiş onca cümleleri içirecek birilerini bulmam lazım. Tam bu noktada bırakıyorum sizin haklılık payınızı. Lakin biran önce hazırlanıp yola çıkmam gerektiği için çok oyalanmıyorum aynanın karşısında… Ve 06.54 de metroda alıyorum soluğu 13 durak ve her biri iki dakikadan 26 dakika boyunca en güzel şey kitap okumak düşüncesiyle Ahmet Ümit’in Babı Esrar’ını açıyorum.
Adını “tıslayan” olarak koyduğum o belediye otobüslerinden birine binip iş yerine doğru gidiyorum saat 07.30 aynadaki suretim bu sefer gözlerini Ay’a dikmiş Akçakocalı kadını düşünüyorum… Akça pakça kadın lacivert renkteki gökyüzünde asılı olan Ay’ın üzerine resm edilmişçesine gözlerimin önüne geliyor. Suretini hatırlamaya çalışıyorum hafızamın hezimetine uğradığım saatlerin içerisinde olduğumdan olsa gerek Akçakocalı kadını bırakıp soluk benizli adam geliyor aklıma... Başını çevirmeden yürüyüşü, disiplin içerikli bakışlarıyla, başını çevirmeden yürüyüşü, sözlerindeki netlik ve karşısındakini çok dinlemeden verdiği o kararlar… Bu kanıya nasıl verdiğimi düşünürken adını aklımda ilk baştan beri tutamadığım lakin soy isminin tekin olduğunu bildiğim o adam geliyor aklıma…
Her şeyi herkesi anında bırakıp merdivenleri düşünüyorum, kapıyı, kaldırımları… Sabahları araç park ettiğim o yeri… “arabanı nasıl park ettin?” Diye sabah güneşi gibi odaya dalan Akçakocalı o kadın yine geliyor aklıma bu sefer daha net hatırlıyorum. Bakışları beliriyor önce sonra birden omuzları işlemeli beyaz kazağı… Hiçte tarzım olmayan o kazak neden aklımda kalmıştı ki? Hemen cevap veriyorum; yüzü ile aynı dediğim akça pakça kadın olarak beynimden ziyade gönlüme hitap eden biri olduğu için… Nasıl akılda kalmasın ki?
Özlediğimi hissettim lakin, saçma sapan resmiyet kuran benliğimi geçip “sen” diye dahi hitap edemediğim kadını aramaktan biran çekindiğimi hissettim. Yaş farkından mıydı bilemiyorum “siz” kelimesi dolanıyordu dilime, İstemeye istemeye… ‘Arayayım bugün’ diye netleşirken düşüncelerim ineceğim durağa gelmiştim. Ve iş yerinin yolundayım, saat sekiz…
Öfkeli adımlarla ilerliyorum. Öfkem kendime… Konuşulmamış cümleleri ne kadar da çok biriktirdim. Birikmiş ve resmiyet bindirdiğim duyguların içinde kaybolup gidişimin adımlarıydı bunlar ve hala aydınlanmayan havaya salıyorum cümleleri;
Şarkının son makamı büktüğün dudakların, Ağlama demeye kani miyim?
Saatlerin bir devri, saat sekiz suları. Gökyüzü çaresiz ağlamakta, sen mi geçtin, buralardan? Bilmem ki?
Kaçan uykuları aramaya bile çıkmak istemiyorum. Kaybolan kayboldu zaten. Bu aralar yazacak çok şey varda kendi halime kalamıyor gibiyim. Akçakocalı kadın… Onun verdiği dinginliği aradım bir an…Kaldırıp başımı tekrar gökyüzüne baktım maviye dönüyordu… Akçakocalı kadın da maviyi aradım, hatırlayamadım. Yorgunluğunu hisseder gibiyim. Bütün düşünceleri kenara bırakıp boncuk, boncuk dökülen terleri siliyorum. Terimi silerken aklıma tuzlu su geliyor… İçtikçe yakan yaktıkça içiren aşk gibi, kendini arayan, ben gibi. Sözlerim bittiği o noktadayım işte. Her şeyin fazlasıyla haddini aştığı o noktada…
Aynaların hepsini attım yüzümün astarı hani? Ben hani? (Bir Çeribaşı klasiği)