Haksızlığa başkaldırmak üzere yerimden doğrulup bütün heybetimle kapıyı çalıyorum. Karşımdaki adam(!) kim ki derdimi anlatayım karşısına geçip iki kelam etmeye kalkınca fark ediyorum. Yerimde durmak zor lakin gidemiyorum da… Her şeyi bilip bilmezlikten gelip birkaç kendini bilmezlerin karşısında başım dik bulunduğum odayı terk ediyorum.
Arkadan sürdürülen cümleleri kulaklarımı tıkayıp işine geldiği zaman adalet deyip işine gelmediği zaman istedikleri gibi at koşturan insanların yüzünü nefret dolu bakışlarımı iliştirip sessiz sedasız uzaklaşıyorum. Saat altı civarı ezanın okunmasına az bir vakit vardı. O an derdimle dertlenecek birini bulduğumu şükür edip hikâyemi anlatıyorum. Ben neyse de gözlerim dayanamadı, sessim de azıcık titremeli. Öfkeden uzanan eli göremeyecek kadar körüm… Öfkemin önüne çalan telefon geçiyor. Telefonu aldığım gibi dışarıya çıkıyorum, “efendim” dememle gözlerimin gökyüzünde ki Ay’a takılması bir oluyor. Yazılardan duyduğu ümitsizliği beğenmediğini dile getirirken susuyorum, konuşmaya kalksam belki de dayanamaz titrek sesim salardı kendini. Söz veriyorum ümitsizlik yok diye. Olmadıydı zaten diyemedim. Ezan “Allah-u Ekber” diye gökyüzüne yankılanırken yeryüzündekiler davete icap etmişlerdi belki de… Okunan akşam ezanı şahit ki ümitsizlik yok. Hem nasıl olsun ki? Omuzlarımdan tutup telefonun diğer ucundan beni ayağa kaldıran adam; her şeyin bir zamanı olduğunu, sabrın güzelliğini ve meyvenin bile olgunlaşmayı beklediğini yüreğimi aşılayıp gitti…
Günler sonra;
Kâğıt mı küstü kaleme yoksa kalem mi küstü bana.
Samimiyetsiz midir cümleler yoksa ahkâm kesmek midir sana?
Noktayı, virgülü dâhi soru işaretini bıraktım
Kalemi sağıma, kâğıdı soluma yatırdım.
"Bırakmak lazım artık yazıp çizmeyi" diye hüküm giydirdim.
Hükmü sorgulatmam, karşıma aldığım benliğim yeis içinde. Söz verdin ya… Dedim kendi kendime sonra yediremedim, ağır geldi susmak, Selası bile okunmadan kalemi kör kuyuya yatırıp üzerine ölü toprağı sermek. İşte o zaman kendi kendime tekrar söylendim (bir ay sonra);
Gaflete mi düştün yüreğim yoksam Züleyha olmaktan mı çekindin?
Ateş yaktı da hardan elini mi çektin yoksam izhar etmekten mi vazgeçtin?
Tutmayan ellerin midir yoksam kaleme mi küstün?
Ne oldu? Suskunluk kuyusunda yüreğinde ki Yusuf'u mu kaybettin?
Elem satan gözlerin hanenin kaçıncı kapısı? Onca sözü söyleyecek halin mi yok yoksam dinleyenin mi?
Evin duvarlarını nem götürürken yüreğinde ki gam yüklü sefer nereye gider?
Ne olacak böyle?
Akşam ezanını dâhi ay'ı şahit tuttuğun sözünü mü unuttun yoksam söz verdiğin kişiyi mi? Ateşin bazen yakmadığını bilirsin aslında yanarsın ateşi görmezsin... Bu ne yaman çelişki hissetmez misin?
Ne sözümü unuttum nede söz verdiğim kişiyi. Akdim belli lâkin devir zor yutkundukça düğüm, düğüm kursağım. Atı alan Üsküdar'ı geçti sözü çok hafif kalıyor. Kanıma dokunuyor, sessizlik... Elimi uzatamadığım ne varsa kalemimi uzatırken şimdilerde söz verdiğim için susmak daha bir ağır geldi...
Umutsuz değilim, olmadım da biliyorum ki Allah var gam yok! ...
Benim derdim Nuri Pakdil'in dediği gibi "gülmemek vicdanıma daha çok yakışıyor" Benim heybem hep başkaldırışlarla dolu. Adalet diye avaz, avaz bağırıp duvarın arkasında kervan, kervan malı taşıyanlara, vicdanını mevkie, terbiyesini terfiye değişenlere, kimin kime yakınlığı varsa kendini satanlara...
Vallahi billahi ümitsiz değilim lâkin dertliyim olan bitene, bu gidişata... “Bir yanlış görürsen elinle düzeltmeye çalış, buna gücün yetmezse, dilinle düzelt, ona da gücün yetmezse kalbinle buğz et” (Hadis-i Şerif) İslam anlayışını benimseyen benliğim nasıl sessiz kalsın. Siz, sizler zannetmeyin ki ben ümidimi kestim ASLA... Allah var gam yok! Bütün derdim bu kara parçasının üzerinde diktiğimiz bayrak, toprak parçasının üzerinde sürdürdüğüm inancım, dilim, örfüm âdetim... Ona uzanan elleri bükememek. O gücü bulamamak. Ayakta kalmak için kendi derdimin peşine düşmek zorunda kalmak, bir Gazze de ki çocuk kadar imana sahip olamamak. Doğu Türkistan'da çığlık çığlığa kalmış insanların sesini duyuramamak…
Benim derdim kendi ekmeğim, aşım, aşkım olmamalı. Karın tokluğuna bu ülkenin her yerinde olurum dediğim dem de bütün niyetlerin çiğnenip alay edildiği menzili olmayan yolların, yolcuların içinde kaybolmak... İnsan nasıl dertlenmez. Dertliyim, kederliyim, dışım başka içim bambaşka... Ama ümitsiz değilim Allah var gam yok! Bütün bu yazdıklarım lafügüzaf. Yunus Emre’nin şu şiirini anımsamak yeterliydi aslında;
Miskinlikte buldular kimde erlik var ise
Merdivenden iterler, kim yüksekten bakar ise
Gönül yüksekte gezer, dembedem yoldan azar,
Dış yüzüne o sızar, içinde ne var ise.
Aksakallı pir koca, hiç bilmez ki hali nice,
Emek yemesin hacca, bir gönül yıkar ise.
Sağır işitmez sözü, gece sanır gündüzü,
Kördür münkirin gözü, alem münevver ise.
Gönül Calap'ın tahtı, gönüle Çalap bahtı,
İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise.
Sen seni ne sanırsan, ayrığa da onu san,
Dört kitabın manası, budur eğer var ise.
Bildik gelenler geçmiş, konanlar geri göçmüş,
Aşk şarabından içmiş, kim mana duyar ise.
Yunus yoldan ırmasın, yüksek yerde durmasın,
Sinle Sırat görmesin sevdiği didar ise
Velhasılıkelam… Ne gaflete düşün nede Züleyha olmaktan vazgeçin. Bir şekilde gidişata DUR! Deyin…
Selametle...