ISMAHAN ÇERİBAŞI
Köşe Yazarı
ISMAHAN ÇERİBAŞI
 

CANIM BANA CAN DEĞİL (Çorak tarlaya gül dikilmez)

Gönül tandırında bir aş pişiyor, ... Susuzluktan dudakları çatlamış kadın, başını kaldırıp ileriye doğru baktı ne olduğunu bilmediği ağaçlar sallanıyordu. Saat sekiz buçuk civarı. Gün çoktan batmış, yatsı ezanına elli dakika vardı...  Ağaçların ardındaki demir elektrik tellerine astı ruhunu ve öylece izlemeye koyuldu. Önce ne kadar acımasız olduğunu düşündü hata ruhunda değildi bunun farkındaydı. Ruh bedene girdikten sonra oldu, ne olduysa... Beden, su görmüş toprağı dokununca çamur ne demek onu fark etti sonra elleri kirlendi, kirlenmek güzel değildi. Şimdi aklınıza ilk namus gelecek demek istediğim namus değil. Yitirilen insanlık, kaybolmuş değerler, öksüz kalmamıza sebep olan köksüzlüğümüz... Dinlemeden yargılandıklarımız... Sizce de öyle değil mi? ... Uzun zamandır hatta o kadar uzun ki aradan beş sene geçmiş. Bu beş sene içinde kendi yaşıtlarım ile bir yerde beş çayı tadında bir masa da ya da sofrada bulunmamıştım. Bu hafta sonu bu ortamı hiç özlemediğimi bir kez daha fark ettim... Her ne kadar isimler değişmiş olsa da konular hiç değişmiyordu o onunla kaçmış, bu bununla evlenmiş, filanca bunu giymiş, filanca onu demiş...  Ara ara konunun tam orta yerinde ‘o kimdi?’ Diye sorunca arkadaşlardan biri Ege şivesi ile "bizi dinlemiyon sohbetin ta ortasında soru soruyon dur biyo" dedi... Durdum. Yüzüm düşmüştü yerimi sorguladım ‘ne işim vardı, burada’ dedim kendi kendime. İçtiğim kaçıncı çay bardağaydı bilemiyorum... Artık çayın dibini görünce zengin kalkışı yapıp  ‘gidiyorum’ dedim.  Daha yarım saat önce Nisan ayında dolu yağmış geçmişti ve ardından yağmur başlamıştı. Üzerimdeki ceketin önünü tamamen kapatıp ellerimi cebime yerleştirdim... Soğuk hafiften ısırıyordu... Dağların başını duman almış. Ben bu şehri değil bu şehrin dağlarını seviyordum, başı dumanlı dağlarını... Şehrin kalabalığın karşıdan usulce dinleyen dağları, güneşin batışını ve doğuşunu selamlayan bu dağları... El değmemiş havasını, bağrına bastığı ağaçları sırtımdan çok hayallerimi dayadığım dağları... Yağmurdan ıslanan saçlarımı sol elimle geriye atıp kısık gözlerle iyice dağları bakmaya çalıştım. Keşke dağ bayır gezebilseydim dedim kendi sesimi duyacak şekilde  Bu hayat bu şehir ve bu insanlar yaşama alanını daraltıyor. Mutfağın içerisinde Ocak yanarken aslında asıl yananın kendileri olduklarını görmeden nasıl olurda akşama yastığa başlarını dayayabiliyorlar... Konuşsunlar ama sohbet konusu bu olmasa gerek. Yanlarındaki daha üç yaşına girmemiş çocuk takılı kaldı aklımda, öylesine zeki ki. Kendinden bir iki ay küçük çocuğun çorabını fark edip diğer odadan çorabı bulup geldi. Uyu denildiğinde gözlerini kapatıp kendi kendine "nen nen" diye uyutmaya çalışması... Diğer kendinden yaşça büyük çocukların yanında kendine oyun kurması...  Eve yaklaşmıştım. Bu aralar çaya teşne hem yüreğim hem bedenim. Çay benim yarenim yazarken, okurken, çalışırken elimden düşmesini istemediğim şey... Bir Erzurum’lu ya da bir Karadeniz’li edasıyla iddialıyım çay konusunda... O kadar...  “Âh kızım!” Diye sözlerin kulaklarımda çınladı. Neredesin? Kelam sultanım. Kelamını susamış belli ki yüreğim. Cümlelerim dudaklarıma yaslanmış lâkin "iyi gördüm seni" sözünle sükûta seçip sanki sabaha kadar konuşmuş gibi dizginleri eline alacak...    Kendimi buluncaya kadar kelam etmeye utanır, sevmeye korkar yüreğim. Sofrana diz çöktüm o sofrada doymak ne mümkün. Kendimi buluncaya kadar aç, aç gezeyim… Aldığım kuru katık, heybemde vasiyetin   BİSMİLLAH… Çorak tarla misali yüreğim, Ne odunum var nede ateşim Boş bir hikâye yazar, çizer silerim. Baktım, gördüm olacağı yok kaçışı seçtim Anladım ki çorak tarlaya gül dikmeye kalktım… El- aman ettim, kimdim, neydim?  Kendimi buluncaya kadar kaçışı seçtim. Özlemi yatıştırıp duaya salıyorum, susmak en iyisi. İnşallah en kısa zamanda nasip olur diye. Ve pencerenin kenarından alıp boş duvarlara kilitliyorum gözlerimi... Bu aralar ben bile bana yabancıyım. Yabancısın sen! "el-sin" "el âlemsin"  Bizim o tarafların insanlarını bilemem ama gönlümün memleketinde ki insan değilsin sen.  Olamadın, pişmedin. Hala insan kokuyorsun... Hala hamsın... Ruhun gitti, bedene karıştı... Gelmemek üzere. Fark etmedim bile. Diğerlerine ne olduysa sana da aynısı oldu... Kayboldun...  Yabancısın sen, el-sin el âlemsin. Memleketimin insanını bilemem ama gönlümün diyarında ki can değilsin sen... Farkındayım, canım canıma can değil… Gecenin sahibine emanetsin, emanetsiniz... Kendi canınızı başka kime emanet edebilirsiniz ki insana mı?  Velhasılıkelam İnsan, dediğimiz cezvenin içinde kaynamaz suymuş...
Ekleme Tarihi: 03 Haziran 2024 - Pazartesi

CANIM BANA CAN DEĞİL (Çorak tarlaya gül dikilmez)

Gönül tandırında bir aş pişiyor,

... Susuzluktan dudakları çatlamış kadın, başını kaldırıp ileriye doğru baktı ne olduğunu bilmediği ağaçlar sallanıyordu. Saat sekiz buçuk civarı. Gün çoktan batmış, yatsı ezanına elli dakika vardı... 

Ağaçların ardındaki demir elektrik tellerine astı ruhunu ve öylece izlemeye koyuldu. Önce ne kadar acımasız olduğunu düşündü hata ruhunda değildi bunun farkındaydı. Ruh bedene girdikten sonra oldu, ne olduysa... Beden, su görmüş toprağı dokununca çamur ne demek onu fark etti sonra elleri kirlendi, kirlenmek güzel değildi. Şimdi aklınıza ilk namus gelecek demek istediğim namus değil. Yitirilen insanlık, kaybolmuş değerler, öksüz kalmamıza sebep olan köksüzlüğümüz... Dinlemeden yargılandıklarımız... Sizce de öyle değil mi?

... Uzun zamandır hatta o kadar uzun ki aradan beş sene geçmiş. Bu beş sene içinde kendi yaşıtlarım ile bir yerde beş çayı tadında bir masa da ya da sofrada bulunmamıştım. Bu hafta sonu bu ortamı hiç özlemediğimi bir kez daha fark ettim... Her ne kadar isimler değişmiş olsa da konular hiç değişmiyordu o onunla kaçmış, bu bununla evlenmiş, filanca bunu giymiş, filanca onu demiş... 

Ara ara konunun tam orta yerinde ‘o kimdi?’ Diye sorunca arkadaşlardan biri Ege şivesi ile "bizi dinlemiyon sohbetin ta ortasında soru soruyon dur biyo" dedi... Durdum. Yüzüm düşmüştü yerimi sorguladım ‘ne işim vardı, burada’ dedim kendi kendime. İçtiğim kaçıncı çay bardağaydı bilemiyorum... Artık çayın dibini görünce zengin kalkışı yapıp  ‘gidiyorum’ dedim. 

Daha yarım saat önce Nisan ayında dolu yağmış geçmişti ve ardından yağmur başlamıştı. Üzerimdeki ceketin önünü tamamen kapatıp ellerimi cebime yerleştirdim... Soğuk hafiften ısırıyordu... Dağların başını duman almış. Ben bu şehri değil bu şehrin dağlarını seviyordum, başı dumanlı dağlarını... Şehrin kalabalığın karşıdan usulce dinleyen dağları, güneşin batışını ve doğuşunu selamlayan bu dağları... El değmemiş havasını, bağrına bastığı ağaçları sırtımdan çok hayallerimi dayadığım dağları... Yağmurdan ıslanan saçlarımı sol elimle geriye atıp kısık gözlerle iyice dağları bakmaya çalıştım. Keşke dağ bayır gezebilseydim dedim kendi sesimi duyacak şekilde 

Bu hayat bu şehir ve bu insanlar yaşama alanını daraltıyor. Mutfağın içerisinde Ocak yanarken aslında asıl yananın kendileri olduklarını görmeden nasıl olurda akşama yastığa başlarını dayayabiliyorlar... Konuşsunlar ama sohbet konusu bu olmasa gerek. Yanlarındaki daha üç yaşına girmemiş çocuk takılı kaldı aklımda, öylesine zeki ki. Kendinden bir iki ay küçük çocuğun çorabını fark edip diğer odadan çorabı bulup geldi. Uyu denildiğinde gözlerini kapatıp kendi kendine "nen nen" diye uyutmaya çalışması... Diğer kendinden yaşça büyük çocukların yanında kendine oyun kurması... 

Eve yaklaşmıştım. Bu aralar çaya teşne hem yüreğim hem bedenim. Çay benim yarenim yazarken, okurken, çalışırken elimden düşmesini istemediğim şey... Bir Erzurum’lu ya da bir Karadeniz’li edasıyla iddialıyım çay konusunda... O kadar... 

“Âh kızım!” Diye sözlerin kulaklarımda çınladı. Neredesin? Kelam sultanım. Kelamını susamış belli ki yüreğim. Cümlelerim dudaklarıma yaslanmış lâkin "iyi gördüm seni" sözünle sükûta seçip sanki sabaha kadar konuşmuş gibi dizginleri eline alacak... 

 

Kendimi buluncaya kadar kelam etmeye utanır, sevmeye korkar yüreğim.

Sofrana diz çöktüm o sofrada doymak ne mümkün.

Kendimi buluncaya kadar aç, aç gezeyim…

Aldığım kuru katık, heybemde vasiyetin 

 BİSMİLLAH…

Çorak tarla misali yüreğim, Ne odunum var nede ateşim

Boş bir hikâye yazar, çizer silerim.

Baktım, gördüm olacağı yok kaçışı seçtim

Anladım ki çorak tarlaya gül dikmeye kalktım…

El- aman ettim, kimdim, neydim?

 Kendimi buluncaya kadar kaçışı seçtim.

Özlemi yatıştırıp duaya salıyorum, susmak en iyisi. İnşallah en kısa zamanda nasip olur diye. Ve pencerenin kenarından alıp boş duvarlara kilitliyorum gözlerimi... Bu aralar ben bile bana yabancıyım.

Yabancısın sen! "el-sin" "el âlemsin" 

Bizim o tarafların insanlarını bilemem ama gönlümün memleketinde ki insan değilsin sen. 

Olamadın, pişmedin. Hala insan kokuyorsun... Hala hamsın...

Ruhun gitti, bedene karıştı... Gelmemek üzere. Fark etmedim bile. Diğerlerine ne olduysa sana da aynısı oldu... Kayboldun...

 Yabancısın sen, el-sin el âlemsin. Memleketimin insanını bilemem ama gönlümün diyarında ki can değilsin sen...

Farkındayım, canım canıma can değil…

Gecenin sahibine emanetsin, emanetsiniz... Kendi canınızı başka kime emanet edebilirsiniz ki insana mı? 

Velhasılıkelam İnsan, dediğimiz cezvenin içinde kaynamaz suymuş...

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve denizli20haber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.
islami sohbetler sohbet elektronik sigara omegle tv türk sohbet islami sohbet cinsel sohbet baskılı poşet baskılı poşet emlak seviye 5 mutfak lavabo tıkanıklığı açma özellikleri su böreği sipariş galeri yetki belgesi nasıl alınır yalama taşı dijital pazarlama ajansı