ISMAHAN ÇERİBAŞI
Köşe Yazarı
ISMAHAN ÇERİBAŞI
 

LÂÇİN ASUTAY -2 (Yanlış Yer Yanlış Adam)

Saat 02.30 gece yarısını geçiyordu artık. Gün dönmüş Cumartesi'ye kavuşmuştu... Gözlerinde zerre uyku olmayan Lâçin sürekli konuşmaları tekrar tekrar beyninde oynatıp neden o adamın kafasını orada koparmadım diye. Hayıflanıyordu. Kafasına dayanan silahı düşündü... Ona rağmen geri adım atmadığı o ruh halini... "Derimi yüzsen de..." Diye bitirmişti son cümlesini... Artık Konya’dan ötesini geçmem diyen Lâçin’i tekrar Diyarbakır için ikna etmeye çalışan Şahin Bey geldi aklına... Gülmesini zor öğrenen bu adam İstanbul'a ilk geldiği yılları anlatıp, mücadeleyi bırakmak yakışmaz diye sözleri önüne koyarken Aslında kendinde biliyordu artık noktadan sonra ki kelimeyi Lâçin’in yazacağını… ... Lâçin, koltuğun üzerinden hızlıca yönelip yatak odasına geçti, ruhunun bir yerlerinde seslenen Eyüp Sultan sokaklarını onu bu düşünceden kurtaracağını düşünüyordu belki de... Mezarlığın içerisine karışması lazımdı ölüme teşne yaşadığı herkesin ismi olduğu mezarlığın içinde ciğerlerine kadar inmeliydi sigaranın dumanı... … - kızım, kızım! Diye başının tepesinde söylenen adama baktı Lâçin ne olduğunu anlamak istercesine... Adam susmak bilmiyor durmadan aynı cümleleri tekrarlıyordu - hiç mi korkmuyorsunuz anlamıyorum ki ne yiyip, içiyorsunuz be kızım? Lâçin olduğu yerden kalkıp üzerinin tozunu silkeleyip - dur be! Amca ya! Sarhoş falan değilim. - ne bu halin o zaman - sabah sabah başımda bağırıp durma. Uyumak yasak mı? - kızım sen iyi misin? Mezarlıktan başka yatacak yer bulamadım mı? - elin sonunda yatacağımız yer burası değil mi? Yetmiş yaşlarında ki beyaz sakallı amca ellerini sakallarını götürdü, düşünmeye başladı. "Gel bakalım sen” Deyip arkasını dönüp yürümeye başladı…            Kaşgari dergâhın sırtlarında ailesi ile beraber yatan Hasan Hüseyin Efendi'nin mezarlığın içerisiydi burası. Mezarlığın etrafı çevrili, gül bahçesini andıran mezarlığın içerisinde mezarlıktan apayrı bir yer… Gelen misafirler için oturma yerinde uyuyan Lâçin uyumak için yanlış yer seçtiğinin farkına varmıştı ama fena da olmamıştı hani… Yetmiş yaşlarındaki amca, 'hadi bakalım şurada çeşme var. Elini yüzünü yıkayıp gel, böyle durulmaz.' Deyip sözünü tamamlar tamamlanmaz ardına dönen Hilmi Amca’nın sol bacağının aksadığını fark etti. Kafasını önüne alan Lâçin Usul usul çeşmeye doğru yöneldi. Elini yüzünü yıkadıktan sonra avuç içini doldurduğu suyu yudumladı... Islak elleri ile saçlarını da topladığına göre artık geri dönebilirdi. ... Tahta divanın üzerinde bu sefer İnce belli iki çay bardağıyla peçetenin üzerine konulmuş bir kaç bisküvi duruyordu. Taburenin üzerine ilişen Lâçin’i gören Hilmi amca - anlat bakalım kızım seni buraya sürükleyen şey ne? - neresinden başlayayım amca? - ben buranın hizmetkârıyım. Sırayla gelir arkadaşlarla mezarlığın temizliğini yaparız. Bana Hilmi dede derler, sende öyle de... - tamam, dede... - Anlaştığımıza göre bir yandan çayını iç bir yandan anlat - Ben kendimi arıyorum. - sabah seni gördüğümde yanında ki silahı fark ettim. Kaçak mısın yoksa sen? - yok, be dedem - polis misin? - değilim dedem, değilim. Koruma amaçlı taşıyorum onu. - sen gibi kaç tane bayan var? - Kendini arayan mı? Dudaklarını hafiften büken Hilmi dede, pek inanmak istememiş gibiydi bulduğum bahaneyi. Hiç de tanıdık gelmiyorsun, dedi. Ben ünsüzüm deyip üçüncü boş çay bardağımı kaldırmak için dedenin çay doldurduğu yere geçtim. Bardağı bırakırken pencerenin üzerinde duran rafın üzerinde temizlik bezlerin altına saklamaya çalıştığı silahın namlusu oracıktan beni izliyordu. Yetmiş yaşında ki adamın silahla ne işi vardı acaba. Etrafı göz gezdirdim ama başka iz yoktu. Olduğum yerden “şeker neredeydi?” Diye seslenip birkaç çekmeceye bakabilmiştim ama boştu…  Belki adamı konuşturabilirim düşüncesi ile çayımı alıp adamın yanına tekrar geçtim…  Kaçak değilsin, Polis değilsin. Mezarlıkta yatıyorsun. -             Köprü altında yıkık virane adam görüyorsun. Dilenci, üstü başı yırtık diye yanından geçmeyi çekindiğin o kişinin veli olmadığını nereden biliyorsun?  Dede. Hem sen değil misin buranın hizmetlisi benim diye? Senin buranın hizmetlisi olduğunu kim inanır? Baksana şu haline!                Adam ellerini birbirine bağlamış telaş içinde; - yok, kızım ben öğleye kadar durup buraya paspas çeker giderim...   - anladım. Bende çayımı içeyim de kalkayım yavaştan dede. Hilmi dedenin elleri gayet bakımlı, tırnakları düzgündü. Kılık kıyafeti de hiç buraya paspas çekecek bir adama da benzemiyordu. Sol bacağı aksıyordu nasıl oldu da ikinci çayları almaya giderken normal yürüyordu? … Mezarlıktaki adamı bir sürü sorularla geride bırakıp nihayetinde evine geçmişti Lâçin. Gidecekti, o adamın orada Neden? Nasıl durduğunu bakacaktı.   …. - Selamün Aleyküm, Deyip içeri girdi.  Köşe koltuğun tam ortasını oturmayı seçen kadın sağına ve soluna diğer bayanları da alarak oturdu. Dakikalarca odanın içerisinde yokmuşum gibi davranan kadın, sol kolunu koltuğun üzerine atıp kaykıldı, Varlığımı anca fark etmiş olacak ki; Ben seni tanıyorum yavrum, Dedi. Onaylar anlamında başımı hafif sola doğru indirip, sağ elimle kalbimin üzerine koydum. Bunun anlamı ‘Eyvallah’tı, o da biliyordu. Gözlerini gözlerimi kenetlemiş ayırmıyordu. Ne demek istediğini anlamadığım bu kadın da acı ve keder yatıyordu. Hafif acıyla karışık bir tebessüm göstergesi ile başımı aşağıya indirdim, halının desenlerini incelerken beynim kadını düşünüyordu. Saçma sapan düşüncelere esir olmamak için önce başımı sonra bedenimi olduğu yerden kaldırıp çaydanlığa doğru yöneldim… Kadının gözleri üzerimdeydi, hissediyordum… Çayımı aldığım gibi olduğum yere çöktüm yine… Dünden kalan bir ağırlık ile çayımdan bir iki yudum alıp sehpaya iliştirdim… Mezarlıktaki Hilmi Dede lakaplı o adamı da bir yandan düşünemeden edemiyordu, Lâçin. Kadın çayımı bırakmamı beklermişçesine; “Çok çektim bende anam da… Çok çektik, Dedi. Sonra solunda ki kadına Kürtçe bir şeyler söyledi… Yanındaki kadına yüzümü çevirdim, ne dedi dercesine, kadının yüzüne bakıyordum. Kadın; ‘Annesini öldürmüşler’, Dedi. Hiç konuşmadan kadının gözlerini izlemeye başladım. Ağam diye hitap ettikleri diğer kadın, Kız, Kürtçe bilmiyor Türkçe konuş dedi Kürtçe ‘tamam’ anlamına gelen “Eri, eri” Dedi ve devam etti,  ben bilmiyor muyum Türkçe konuşmasını o kadar Türklerle kaldım… Küçüktük biz o zamanlar, bilmiyorduk hoş bilsekte elimizden bir şey gelmiyordu. Korkuyorduk ‘haksızsın, dur’ demeye. Desek bizde yerdik zılgıtı… Ben görmemişim büyükler anlatıyor, babam balta ile anamın kafasını vurmuş, anam şikâyet bile etmemiş. Şimdi öyle mi?  Anam şeker hastası oldu, hastanede anama kek vermişler, şeker hastası birine kek mi verilir? Patladı bacakları… Güneydoğu şivesi ile anlatmaya çalıştığı yarasının kabuklarını kaldırmıştı, gözleri dolu dolu olmuş o hırsla cebinden sigara paketini çıkarmıştı. Sigarasını dudağının kenarına koyup, ateşledi ve: Onlar öldürdü, anamı onlar öldürdü haa Allah aldı canını ama onlarda öldürdü” Dedi… Felek çakmağını üzerinden çakmıştı, belliydi derdinden. Ağıt yakası geliyor insanın ama susmak dışında bir şey yapamadım. Sol yanında ki ağam dedikleri kadına dönüp biraz önce ağlamaklı kadın o değilmiş gibi; ‘hodeşte terazım’ ( allah razı olsun) dedi Başımı yanındaki bayana çevirdim Kürtçe olarak söyledikleri cümleleri anlamaya çalışıyordum. Çevirme işi bu sefer sağ tarafında oturan Hatun’a düşmüştü. Hatun, iri kahverengi gözleri ile samimi daha çocuk yaşta sayılan gençten birisiydi. Üzerindeki kırmızı elbise onu olduğundan daha iri ve kötü gösteriyordu. Ama gözlerimi genelde ondan alamıyordum, samimiyeti hoşuma gidiyor, gülüşümü içimi işliyordu. Yan dairede oturuyor, hemen hemen her gün onu görsem de yine de merak etmeden duramıyordum… Birbirinden ayrık öndeki dişleri her güldüğünde ben buradayım der gibiydi. Mutluydu, kim bilir belki de mutluymuş gibi görünüyordu.                Lâçin, olan biteni iç sesiyle hesaplaşmasını yaparken aklından bir bir değerlendirmeyi alıyordu bütün apartmanı; Apartman hapishane gibi bir yerdi, giriş çıkış kontrollü oluyordu. Güneydoğu gibi bir yerde bu ne kadar gerekliydi bilmiyorum ama öyleydi. Hadige diye seslendirdikleri kadın apartmanın giriş çıkışını tutuyor, apartmana giren her bir misafir onun yanına uğramadan üst kata çıkamıyordu. Neredeyse yüze aşkın kilosu ile bütün apartmanın öfkesini toplayan bu kadın,  seksen küsur yaşında, kumral bir kadındı. Sağlam Kürtçe konuşuyordu ama Türkçeye de oldukça hâkimdi. Çok ve yüksek sesle konuşması ile meşhur olan bu kadın, koltuğu ortalayıp anasını hiç acımadan öldüren babasını hatırlatmıştı bu akşam… Gurbet kadın… Adı gibi gurbet kokuyordu. Ara ara beyaz dastarını düzeltiyor, bordo bluzunu çekiştiriyordu.  Arada gözleri gözlerimde takılıp kalıyor bende kaçırmıyordum gözlerimi… Ne düşünüyordu acaba gözlerimde, neyi anımsatıyordum ona… Bilinmezlikler içinde veda ettim evdeki misafirleri “Dağ dağa kavuşamaz ama insan insana kavuşur umudu ile belki başka bir sohbette tekrar görüşürüz umudu ile” dedi, Kadın ama ben biliyordum bir daha görmek istemiyordum onu ve diğerlerini. Katil ben değildim, biz olamazdık… Bizi bu hale onlar getirmişti. Yoksa durduk yere neden biri birini öldürsün hemde her akşam… Nefret tohumlarını onlar dikmiş biz sulamıştık hepsi bu kadar….Artık net bir şey vardı gerçek katil ve tek katil ben değildim…Evden bir daha dışarı çıkmaya korkan Laçin aynadaki yüzüne bakıp “son bir işim var” dedi, son bir işim… Mezarlıktaki o sırrı çözecekti…
Ekleme Tarihi: 02 Ağustos 2024 - Cuma

LÂÇİN ASUTAY -2 (Yanlış Yer Yanlış Adam)

Saat 02.30 gece yarısını geçiyordu artık. Gün dönmüş Cumartesi'ye kavuşmuştu... Gözlerinde zerre uyku olmayan Lâçin sürekli konuşmaları tekrar tekrar beyninde oynatıp neden o adamın kafasını orada koparmadım diye. Hayıflanıyordu. Kafasına dayanan silahı düşündü... Ona rağmen geri adım atmadığı o ruh halini... "Derimi yüzsen de..." Diye bitirmişti son cümlesini...

Artık Konya’dan ötesini geçmem diyen Lâçin’i tekrar Diyarbakır için ikna etmeye çalışan Şahin Bey geldi aklına... Gülmesini zor öğrenen bu adam İstanbul'a ilk geldiği yılları anlatıp, mücadeleyi bırakmak yakışmaz diye sözleri önüne koyarken Aslında kendinde biliyordu artık noktadan sonra ki kelimeyi Lâçin’in yazacağını…

...

Lâçin, koltuğun üzerinden hızlıca yönelip yatak odasına geçti, ruhunun bir yerlerinde seslenen Eyüp Sultan sokaklarını onu bu düşünceden kurtaracağını düşünüyordu belki de... Mezarlığın içerisine karışması lazımdı ölüme teşne yaşadığı herkesin ismi olduğu mezarlığın içinde ciğerlerine kadar inmeliydi sigaranın dumanı...

- kızım, kızım! Diye başının tepesinde söylenen adama baktı Lâçin ne olduğunu anlamak istercesine... Adam susmak bilmiyor durmadan aynı cümleleri tekrarlıyordu

- hiç mi korkmuyorsunuz anlamıyorum ki ne yiyip, içiyorsunuz be kızım?

Lâçin olduğu yerden kalkıp üzerinin tozunu silkeleyip

- dur be! Amca ya! Sarhoş falan değilim.

- ne bu halin o zaman

- sabah sabah başımda bağırıp durma. Uyumak yasak mı?

- kızım sen iyi misin? Mezarlıktan başka yatacak yer bulamadım mı?

- elin sonunda yatacağımız yer burası değil mi?

Yetmiş yaşlarında ki beyaz sakallı amca ellerini sakallarını götürdü, düşünmeye başladı. "Gel bakalım sen” Deyip arkasını dönüp yürümeye başladı…
           Kaşgari dergâhın sırtlarında ailesi ile beraber yatan Hasan Hüseyin Efendi'nin mezarlığın içerisiydi burası. Mezarlığın etrafı çevrili, gül bahçesini andıran mezarlığın içerisinde mezarlıktan apayrı bir yer… Gelen misafirler için oturma yerinde uyuyan Lâçin uyumak için yanlış yer seçtiğinin farkına varmıştı ama fena da olmamıştı hani…

Yetmiş yaşlarındaki amca, 'hadi bakalım şurada çeşme var. Elini yüzünü yıkayıp gel, böyle durulmaz.' Deyip sözünü tamamlar tamamlanmaz ardına dönen Hilmi Amca’nın sol bacağının aksadığını fark etti. Kafasını önüne alan Lâçin Usul usul çeşmeye doğru yöneldi. Elini yüzünü yıkadıktan sonra avuç içini doldurduğu suyu yudumladı... Islak elleri ile saçlarını da topladığına göre artık geri dönebilirdi.

...

Tahta divanın üzerinde bu sefer İnce belli iki çay bardağıyla peçetenin üzerine konulmuş bir kaç bisküvi duruyordu. Taburenin üzerine ilişen Lâçin’i gören Hilmi amca

- anlat bakalım kızım seni buraya sürükleyen şey ne?

- neresinden başlayayım amca?

- ben buranın hizmetkârıyım. Sırayla gelir arkadaşlarla mezarlığın temizliğini yaparız. Bana Hilmi dede derler, sende öyle de...

- tamam, dede...

- Anlaştığımıza göre bir yandan çayını iç bir yandan anlat

- Ben kendimi arıyorum.

- sabah seni gördüğümde yanında ki silahı fark ettim. Kaçak mısın yoksa sen?

- yok, be dedem

- polis misin?

- değilim dedem, değilim. Koruma amaçlı taşıyorum onu.

- sen gibi kaç tane bayan var?

- Kendini arayan mı?

Dudaklarını hafiften büken Hilmi dede, pek inanmak istememiş gibiydi bulduğum bahaneyi.

  • Hiç de tanıdık gelmiyorsun, dedi.

Ben ünsüzüm deyip üçüncü boş çay bardağımı kaldırmak için dedenin çay doldurduğu yere geçtim. Bardağı bırakırken pencerenin üzerinde duran rafın üzerinde temizlik bezlerin altına saklamaya çalıştığı silahın namlusu oracıktan beni izliyordu. Yetmiş yaşında ki adamın silahla ne işi vardı acaba. Etrafı göz gezdirdim ama başka iz yoktu. Olduğum yerden “şeker neredeydi?” Diye seslenip birkaç çekmeceye bakabilmiştim ama boştu…  Belki adamı konuşturabilirim düşüncesi ile çayımı alıp adamın yanına tekrar geçtim…

  •  Kaçak değilsin, Polis değilsin. Mezarlıkta yatıyorsun.

-             Köprü altında yıkık virane adam görüyorsun. Dilenci, üstü başı yırtık diye yanından geçmeyi çekindiğin o kişinin veli olmadığını nereden biliyorsun?  Dede. Hem sen değil misin buranın hizmetlisi benim diye? Senin buranın hizmetlisi olduğunu kim inanır? Baksana şu haline!

               Adam ellerini birbirine bağlamış telaş içinde;

- yok, kızım ben öğleye kadar durup buraya paspas çeker giderim...  

- anladım. Bende çayımı içeyim de kalkayım yavaştan dede.

Hilmi dedenin elleri gayet bakımlı, tırnakları düzgündü. Kılık kıyafeti de hiç buraya paspas çekecek bir adama da benzemiyordu. Sol bacağı aksıyordu nasıl oldu da ikinci çayları almaya giderken normal yürüyordu?

Mezarlıktaki adamı bir sürü sorularla geride bırakıp nihayetinde evine geçmişti Lâçin. Gidecekti, o adamın orada Neden? Nasıl durduğunu bakacaktı.

 

….

- Selamün Aleyküm, Deyip içeri girdi.  Köşe koltuğun tam ortasını oturmayı seçen kadın sağına ve soluna diğer bayanları da alarak oturdu. Dakikalarca odanın içerisinde yokmuşum gibi davranan kadın, sol kolunu koltuğun üzerine atıp kaykıldı,

Varlığımı anca fark etmiş olacak ki;

  • Ben seni tanıyorum yavrum, Dedi.

Onaylar anlamında başımı hafif sola doğru indirip, sağ elimle kalbimin üzerine koydum. Bunun anlamı ‘Eyvallah’tı, o da biliyordu. Gözlerini gözlerimi kenetlemiş ayırmıyordu. Ne demek istediğini anlamadığım bu kadın da acı ve keder yatıyordu. Hafif acıyla karışık bir tebessüm göstergesi ile başımı aşağıya indirdim, halının desenlerini incelerken beynim kadını düşünüyordu.

Saçma sapan düşüncelere esir olmamak için önce başımı sonra bedenimi olduğu yerden kaldırıp çaydanlığa doğru yöneldim… Kadının gözleri üzerimdeydi, hissediyordum… Çayımı aldığım gibi olduğum yere çöktüm yine… Dünden kalan bir ağırlık ile çayımdan bir iki yudum alıp sehpaya iliştirdim… Mezarlıktaki Hilmi Dede lakaplı o adamı da bir yandan düşünemeden edemiyordu, Lâçin.

Kadın çayımı bırakmamı beklermişçesine; “Çok çektim bende anam da… Çok çektik, Dedi. Sonra solunda ki kadına Kürtçe bir şeyler söyledi…

Yanındaki kadına yüzümü çevirdim, ne dedi dercesine, kadının yüzüne bakıyordum. Kadın;

‘Annesini öldürmüşler’, Dedi.

Hiç konuşmadan kadının gözlerini izlemeye başladım. Ağam diye hitap ettikleri diğer kadın,

  • Kız, Kürtçe bilmiyor Türkçe konuş dedi

Kürtçe ‘tamam’ anlamına gelen “Eri, eri” Dedi ve devam etti,  ben bilmiyor muyum Türkçe konuşmasını o kadar Türklerle kaldım…

Küçüktük biz o zamanlar, bilmiyorduk hoş bilsekte elimizden bir şey gelmiyordu. Korkuyorduk ‘haksızsın, dur’ demeye. Desek bizde yerdik zılgıtı… Ben görmemişim büyükler anlatıyor, babam balta ile anamın kafasını vurmuş, anam şikâyet bile etmemiş. Şimdi öyle mi?  Anam şeker hastası oldu, hastanede anama kek vermişler, şeker hastası birine kek mi verilir? Patladı bacakları… Güneydoğu şivesi ile anlatmaya çalıştığı yarasının kabuklarını kaldırmıştı, gözleri dolu dolu olmuş o hırsla cebinden sigara paketini çıkarmıştı. Sigarasını dudağının kenarına koyup, ateşledi ve:

  • Onlar öldürdü, anamı onlar öldürdü haa Allah aldı canını ama onlarda öldürdü” Dedi…

Felek çakmağını üzerinden çakmıştı, belliydi derdinden. Ağıt yakası geliyor insanın ama susmak dışında bir şey yapamadım. Sol yanında ki ağam dedikleri kadına dönüp biraz önce ağlamaklı kadın o değilmiş gibi; ‘hodeşte terazım’ ( allah razı olsun) dedi

Başımı yanındaki bayana çevirdim Kürtçe olarak söyledikleri cümleleri anlamaya çalışıyordum. Çevirme işi bu sefer sağ tarafında oturan Hatun’a düşmüştü. Hatun, iri kahverengi gözleri ile samimi daha çocuk yaşta sayılan gençten birisiydi. Üzerindeki kırmızı elbise onu olduğundan daha iri ve kötü gösteriyordu. Ama gözlerimi genelde ondan alamıyordum, samimiyeti hoşuma gidiyor, gülüşümü içimi işliyordu. Yan dairede oturuyor, hemen hemen her gün onu görsem de yine de merak etmeden duramıyordum… Birbirinden ayrık öndeki dişleri her güldüğünde ben buradayım der gibiydi. Mutluydu, kim bilir belki de mutluymuş gibi görünüyordu.

               Lâçin, olan biteni iç sesiyle hesaplaşmasını yaparken aklından bir bir değerlendirmeyi alıyordu bütün apartmanı;

Apartman hapishane gibi bir yerdi, giriş çıkış kontrollü oluyordu. Güneydoğu gibi bir yerde bu ne kadar gerekliydi bilmiyorum ama öyleydi. Hadige diye seslendirdikleri kadın apartmanın giriş çıkışını tutuyor, apartmana giren her bir misafir onun yanına uğramadan üst kata çıkamıyordu. Neredeyse yüze aşkın kilosu ile bütün apartmanın öfkesini toplayan bu kadın,  seksen küsur yaşında, kumral bir kadındı. Sağlam Kürtçe konuşuyordu ama Türkçeye de oldukça hâkimdi. Çok ve yüksek sesle konuşması ile meşhur olan bu kadın, koltuğu ortalayıp anasını hiç acımadan öldüren babasını hatırlatmıştı bu akşam…

Gurbet kadın… Adı gibi gurbet kokuyordu. Ara ara beyaz dastarını düzeltiyor, bordo bluzunu çekiştiriyordu.  Arada gözleri gözlerimde takılıp kalıyor bende kaçırmıyordum gözlerimi… Ne düşünüyordu acaba gözlerimde, neyi anımsatıyordum ona…

Bilinmezlikler içinde veda ettim evdeki misafirleri

“Dağ dağa kavuşamaz ama insan insana kavuşur umudu ile belki başka bir sohbette tekrar görüşürüz umudu ile” dedi, Kadın ama ben biliyordum bir daha görmek istemiyordum onu ve diğerlerini. Katil ben değildim, biz olamazdık… Bizi bu hale onlar getirmişti. Yoksa durduk yere neden biri birini öldürsün hemde her akşam… Nefret tohumlarını onlar dikmiş biz sulamıştık hepsi bu kadar….Artık net bir şey vardı gerçek katil ve tek katil ben değildim…Evden bir daha dışarı çıkmaya korkan Laçin aynadaki yüzüne bakıp “son bir işim var” dedi, son bir işim… Mezarlıktaki o sırrı çözecekti…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve denizli20haber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.
islami sohbetler sohbet elektronik sigara omegle tv türk sohbet islami sohbet cinsel sohbet baskılı poşet baskılı poşet emlak seviye 5 mutfak lavabo tıkanıklığı açma özellikleri su böreği sipariş galeri yetki belgesi nasıl alınır yalama taşı dijital pazarlama ajansı