Evet, İnsan, insana susar mı? Ben susuyorum; sustukça…
Ben susadığım için aradım. Aradım ve buldum…
İyi değilim, iyi olamıyorum. Yardım istemek için değil, yanlış anlamayın sadece susuz kaldım. Suyun sahibinden diliyorum…
“La havle çek yetmiş derde devadır. Dünyada ki her şey geçicidir. Geçici olan şeyler için sıkma canını, üzülme…”
“Olur”. Olur, deyince bazı şeyler olur. Olmadı mı? Daha önce. Oldu… Bizzat yaşadım olduğunu. Yine olmaması için engel ne ki? Hiçbir şey. O zaman; dua ’ya devam…
O resim ne öyle? Çakıl taşlarıyla at… Değiştireyim mi? Yok, güzel kalsın. Susuzluğumu bir at ile paylaşıyorum. Sağ elimi AT’ın yüzünü sürdükçe, gözlerim doluyor. Dolan gözlerimi yere dikiyorum. Yere dikilen gözlerimden inciler toprağa karışıyor. Ben ağlıyorum, at ağlıyor…
Ağustos ayının son demleri sancılı geçiyor. Bu doğum sancısı yeni bir adımın habercisiydi, biliyordum. Çünkü ne zaman dar, karanlık sokaklara denk gelsem sonu her daim aydınlık yarınları getirirdi.
3 dakika 32 saniye açık kalan kapıdan nasibime düşen su damlalarını yudumlarken, kursağımda kalıyor düşüncelerim… Ve başlıyorum bendeki sen ile konuşmaya. Öyle ya bir ben var, bende benden içeri. İnsan bildikleriyle mi imtihan edilir? Yoksa bilmedikleriyle mi? Bilmem.
Ben, bildiklerimle imtihan oluyordum. Öğrendiklerim sabrı gerektiriyor, akabinde de susamayı ama suyu bir türlü varamamayı. Çünkü ne zaman bir su pınarı görsem, artık onun bana yetmediğini, yetmeyeceğini düşünüyorum ve daha çok arıyorum… Ne demiştin; “vermeyi istemeseydi, istek vermezdi” ben yanmaya, yandıkça kul olmayı niyetliyim. Aradığım şey; senin içtiğin o sudan içmek hem de kana kana…
Birden şimşek çakıyor beynimde. “Beni susuz bırakmayın” deyince “suyun sahibi Allah” diyen o adam geliyor gözümün önüne… Bütün heybetiyle. Bana suyu getirecek, suyun başında ki o iki adam…
…
26 Ağustos Pazartesi… Sosyal medyadan Gazze de bir çocuğun en kaz altından çıkarılışına denk geliyorum… Kafatasının yarısı yok olmuş, babasının kucağında… Babanın acısını tarif etmek mümkün mü? Kendimden utanıyorum. Dert diye taşıdığım ciddiye alıp gereksiz insanları kıymet verdiğimin derdini yükleniyorum bu sefer. Bu utanç bana yetmeliydi ama yetmedi. Aynadaki suretimi baktım kaldım. Nasıl bir insansın? Sen, sorusu tokat gibi çarptı yüzüme…
Değerli bir büyüğüm ile istişare ederken “Sabırla beklersen Mayıs, Haziran ayında görürsün ki güller geliyor o dikenlerden. Diken meğer gülün habercisiymiş. Ayrıca bela sevilene gelir. Daha çok, beladan maksat sevgiyi takviyedir. Seni sevmekte ki maksat ise derdi, belayı tattırmaktır. Yoksa rahat ettirecek çok şey var.” Dedi.
Aklıma o baba geldi… Babası çocuk sayesinde cennete gider mi? Diye sordum kendi kendime. İnşallah deyip değerli büyüğümü dinlemeye devam ettim;
“bela sana gönderilen hediyenin ambalajı olduğunu iyi anlaman lazım?” Yani bela sana bir hediye getirmek içindir. Bir zarftır. Sen mazrufa bak. Tabi bunu anlamak kolay değil. Ve sana misafir olarak gelen bela, yarın senden şikâyet etmesin. Karşına çıkıp ‘birkaç gün kalıp gidecektim, yakındın durdun’ demesin…”
Teslimiyet… Aklım Gazze de… Onların teslimiyetinde. Bu nasıl bir teslimiyet ki “Allah yeter” nidalarıyla ölen çocuklarının cesetleri başında… En ufak bir yakınma yok; ne yedisinde ki çocukta nede yetmişindeki adamda…
Susuzluğum artıyor… Dinledikçe… Gördükçe. Utancım ile birlikte susuzluğum artıyor. Kendimi olan öfkeyi saklama çabasına giriyorum… Aşikâr olmuş, çırılçıplak dururken cahillik; karşımda, birkaç kelam buluyorum üzerini örtecek...
Gel, şimdi bir de olaya diğer taraftan ele alalım;
- Tamam, deyip dinlemeye devam ediyorum…
“bütün bu kötü olaylar olurken sen neredesin? Ne yaptın?” Tavrını soruyorum. Tavrını, demişti…
Cevap istemiyordu. Biliyordum, bu soru ağır cümlelerin habercisiydi. Benim tavrım ne olmuştu diye kendi kendimi sorgularken ciddi bir kavşaktan geçiyoruz. Sen zannetme ki bu devran hep böyle sürecek…
-Gazze savaşı kazanacak mı? Diyecek oluyorum, soru beynimde kalırken sanki sorumu anlamışçasına
- Allah dinini korur. Bizler başaramadık, bizler layığıyla yapamadık. Allah korur dedi…
Yıllar önce; yani üç seneye kadar ağlamanın acizlik olduğunu düşünen ve dışarda bir damla gözyaşı dökmeyen ben; ağlıyordum… Sessiz, sessiz düşerken gözlerimden yaşlar, yüreğimin acısını saklayacak bir şey bulamıyorum…
İyi değilim, iyi olamıyorum. Kendi derdime düşüp, unuttuğum; Gazze de ki insanlardan özellikle çocuklardan af diliyorum…
Üç sene önceki beni düşünüyorum, üzülür müydüm? Acaba bu kadar. Elbette üzülürdün diyorum. O kadar değil deyip saçma sapan infazları yırtıp atıyorum… Bir ben vardır bende benden içeri demiştim ya o içerdekini meydana çıkaran adama bakıyorum.
Sonra diğer adama çeviriyorum başımı… En son Cuma günü duymuştum sesini…”Takvimler ayları sayarken, ben yılları deviriyordum sanki. Ucu bucağı olmayan; ip yumağı, avuçlarımın içinde. Bir gün; ola ki ip biter de vuslatın adı kelam olur diye… Lakin hepimiz yolcuyuz, hancıyı bulana aşk olsun.” Dedikten sonra o kelamı buldurmak için aramış; buldurmuştu…
Dalıp gittiğimi fark eden üstat; uykudan uyandırmak için “hadi bakalım Allah yardımcın olsun” dedi…
Onunla beraber diğerinin de hayali ayaklanmış yola diktiği gözlerimden öpüp ayrılmıştı…
Allah’ın emanetinde olun, güzel insanlar. Yolunuzda, yoldaşınızda iyi olsun iyilerle olsun…
Vesslam…