Her an patlamaya hazır öfke topunu savuşturacak bir şeyler arıyorum… Merdivenleri çıkarken, yolda yürürken, başımı yastığa koyduğum anda… Kendi kendime sorup; kendi kendime cevaplar veriyorum.
Gecenin bir yaralarına kadar düşünceler içinde kıvranırken; elim telefona gidiyor. Utanıyorum aramayı. Ellerimi ayaklarımın arasına saklayıp yastığın üzerine bırakıyorum gözyaşlarımı… Kendime yakıştıramadığım davranışları sergilemeyi; beni bu denli mecbur kılan sebeplerden nefret edecek oluyorum. Kendin ettin, kendin buldun deyip kesip atıyorum. Çare neydi, kimdi? Sorusuna cevap aramak istemiyorum…
Ne zamandır uzun yola teşne yüreğimi ve bedenimi salıyorum; rota Denizli… Baba ocağı. Öyle ya tatil anlayışımız ezelden beri orası değil miydi? Haftalardır gecemi, gündüze birleştirip; uykularımın içinde bile yer alan huzursuzluklardan uzaklaşmanın vermiş olduğu dinginlik ile kalemi tekrar alıyorum...
Üzerimi kirletirken, ruhumun temizlendiğini hissettiğim zaman içerisinde aklıma düşen insanı arıyorum. Hani anlatmaya ihtiyaç duymadan; Nasılsın? Sorusuyla bile iyi edecek olan insanı…
"Derdin olursa ara!"
Bu konularda bile mi?
Evet, ben sana o izni verdim...
Eyvallah!
İcazet alınmış ben niye bu kadar kasıntı yaşıyorum. Bilemiyorum. İçimden ‘keşke o akşam arasaydım’, diyorum. Sonra ‘yok yok onun onca işi gücü varken meşgul etmek olmaz’ diye karşılık veriyorum… Kendi kendime konuşurken karşıdan gelen bir sesle tekrardan kendime geliyorum;
Anlat bakalım
Anlatacak bir şey bulamıyorum aslında sadece hal hatır sormak için aradım diyorum… Beyaz yalanlardan bir tanesiydi; bu. Bir iki haftadır; yazamıyorum. Ellerim, kalemi susamış... Nasıl mı? Haftalardır, kâğıt, kalem yüzü görmemiş biri olarak aslında yaram derinlerde... Konuşmak istediğimde; lâkin tutukluk yaşadığım zamanları bilen insan anlar... Yüzümün yere düşüp; sürekli kendi kendime soru cevap yaptığımı bilen insanlar...
Yüreğimi ferahlatan "esasta değişiklik olmaz, sen işine bak” cümlesinden sonra kendi konumu geri dönüyorum... Önce balçığa düşen ayağımı kurtarmak istercesine olayı anlatıyorum. Durum karşısında direk;
“Engelle” cevabı geliyor. Ve kulağıma küpe edeceğim belki de heybemin içerisinde olan bir olayı izah ediyor. Aslına bakarsanız; tecrübe konuşuyor…
“Tostun içine sıkıştırılmış zehir... Hangi biriniz Zehir’i direk alır? Diye soruyor adam… Haklı hangimiz aklımız başında ise o zehri yer, içeriz. Devam ediyor; bilge adam. Ama tostun arasında olsa... Kaşar peynirin arasına sıkıştırıp üzerine tereyağı... Kim fark eder...
Farkında olmadan zehirleniyoruz. Zehir’i gözlerden, kulaklardan edinip aslı astarı olmayan birinden veyahut birilerinden kapıyoruz... Kötülükler bulaşıcıdır... Ve çabuk yayılır...
İyilikler ise kazanılması. Güç...
Unutmayın; hata yapabilirsiniz. Sizlerde bilirsiniz ki;
Süt bozulursa yoğurt olur. Yoğurt süt ‘ten daha değerlidir. Daha kötüleşirse peynir oluyor. Peynir yoğurt ‘tan da süt ‘ten de değerlidir. Ve üzüm suyu; ekşiye dönüşürse, üzüm suyundan bile pahalı şaraba dönüşür. Sizler, bizler hatalar yaptığımız için kötü değiliz. Hatalar, seni bir insan olarak daha değerli kılan deneyimlerdir. Yeter ki zehirlenme ya da zehrin rahmetini görmesini bil…
İzin döneminde; Rahmetli arkadaşımın ailesinin yanına ziyarete gittim... Sen benim "Rabia’msın" Deyip bağrını basan anne, babanın gözyaşlarının ağırlığı yüreğimi dağlıyor... Namı değer “imam amca” ile geçmişi yâd ettikten sonra haftalardır kafamı kurcalayan bir hususu kendisine arz ettim... Gözlerimin derinliklerinde bir şeyler arayan adam; imam amca. Önce Hucuret süresinin ne anlama geldiğini anlatıp sonra ‘tanıştığın insanı senin karşına Allah çıkarmış... Çıkarmış ki sen daha da pişesin...’
Eyvallah!
Dönelim bilge adamın dediğine… Her ne kadar asi yapımla bilinsem de büyük sözü dinleyip; ENGELLEDİM…
ENGELLEYİN… Sizi zehirle tanıştıran sözlü, görsel ne varsa engelleyin… En ufak açık kapı aralığından sızan zehir sizi ve sizin gibi nicelerini tüketir.
VELHASILKELAM, DEDİM YA! İNSAN KULAĞINDAN ZEHİRLENİR. VE KÖTÜLÜK ÇOK ÇABUK YAYILIR. İYİYE ALIŞMAK İSE ZORDUR.