Uyandırana şükürler olsun…
Suyun bardaktan taşması gerekiyordu ki taştı… Taşan su, toprağa kavuştu. Su ile karışan toprak yeşile bulandı… Çamur oldu. Çamur Âdem…
Olduk mu? Elbette hayır. Avucumun içerisinde yuvarladığım çamur ile oynar dururum. Beni bu yaşıma kadar oldurmayan gurbet, bu vakitten sonra neyler bilemiyorum. Görünen şey sadece zahirimdi. Batılım meçhul…
Ne kadar söz söylüyorsam(yazıyorsam) ve bundan sonra da ne diyeceksem söylenenleri tekrardan başka bir şey değildir…
Mundar olmuş dünyanın endişesi içime sızdığından beri, şaşırdım kaldım. Mahir olmayan bilgilerimin zayıflığını örtecek bir şey bulamayınca aldım yine kalemi elime… Elde olanın endişesi kalbe sirayet ediyordu. Gözüm ama olmuştu sıra kalpteydi… Kalbimin kör olmasından Allah’a sığınırım…
“Erenlerin sohbeti arttırır, marifeti” sözünden mütevellit kapına geldim demeye kalmadan
İmtihan karşısında taze ekin gibi duracaksın, evlat! Rüzgâr ne yandan gelirse oraya eğer de yaprağını tersini meyleder. Rüzgâr dinince de yeniden doğrulur. Demem o ki eğileceksin ama yıkılmayacaksın!
Bu yüzden kimi şifa niyetine arıyorsan bırakmalısın…
Neyi bulmak istiyorsan onu aramalısın...
Tabağın içerisinde bal olduğunu bilirsin ama parmağını bala çalmaz, tadına bakmazsın...
Cevapsız kaldığın, dönüşü olmayan aramaları at kenara... Kendine öyle bir yol çiz ki yolun hep ona çıksın...
Ne demiş üstat Necip Fazıl;
“Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez;
Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.”…
Oldum, dedim. Olduğuma göre yola çıkabilirim...
Çıktığım bu yolda yazabilirim...
Oysa daldan kopan da dala uzanan da hamdı...
Fırın tava geldi, hamur tükendi. Akıl başa geldi, ömür tükendi dedi
Yolu, izi gösteren...
Geldiğim gibi döndürdü, gerisingeriye...
Eline aldığı yumurtayı sıktı, avuçlarının arasında
Yumurta, avuçlarımızın arasında eriyip giden zaman gibi karışmıştı toprağa...
Gözleri değdi gözlerime bir kelam ediverdi, yüreğime...
" Dışarıdan etki, hayatı sonlandırır. Yüreğini arındır ki asıl sahibini bilsin. Sen istemesini bil, zaten istetiyorsa verir"
Gelen var, gidenler yok. Bekçisi olduğum şu yürek hanesinin şirazesini dağıtmıştım...
Cevherler, cevheri usta; elleri arasında duran kitabı uzattı
“Önce kendine sonra kitabın içindekilere fevkalbeşer bir dikkat ile” Deyiverdi.
"Düştüm! Deme. Dediysen Kalk! Sahih olan içe dönüştür. Delili bulmaktır. Lâkin bu kadar da haksızlık etme. Yol, yola çıktığın an bitmez; inişi olduğu gibi çıkışı da vardır.
Hadi bakalım delil bulmaya...
Dövülen demir gibiydi, ruhum. Köze dönmüş ateşin içinde yanmışta, dövülmüş...
İşlenmek...
Örttüm kitap ile üzerimi... Kalbimin sesini dinletmekti niyetim...
Kitap dile geldi sanki "ölmesini bil, önce ölmesini"...
Bir yer göster bana orada birini. Nasıl ölünür bilmiyorum...
- medet bekleme kimseden... Kimsesizlerin kimsesi olana sığın...
Sığınmak...
Kimim var ki zaten? Her şeyi biliyor olmasına rağmen dönüp dolaşıp yine ona anlatıyordum. Kör olmuş uykunun gözlerinin bana yaptığını, gecenin ayazında dışarıya saldığını ve daha nicelerini...
Emanet olan bu can, ne olacak?
Marifet emaneti verende değil, alanda aranır... Dedi yanımdaki ses... Ve devam etti
Emin olmayana verilir mi emanet?
Ceketin düğmeleri kapanır, kitap göğsümün hizasında... Artık dil susar, mühürlenen kalp dile gelir...
İstediğin kadar mühür koy, bin kilit vurup denize at, onun nurunun olmadığı yer göster bana...
Yok...
O zaman...
Kaybolup gitti birden...
Duymadım, görmedim. Kim bilir bir daha ne zaman çıkacaktı karşıma, demeye kalmadan
Yüreğin daraldı ise hemen bir gönül sevindir. Gönül yapanın gönlü onarılır…