Benden bir şey kalmamıştı düşündükçe.
Tenimin üzerine çıktıkça ruhum; bedenimin ruhumun altında ezilip kaldığını hissede hissede.
Gecenin karanlığından yırtılıp gelen sabahın içinden; sessizliğin haykırışları eşliğinde evden çıkıyorum bu sabah…
Aşk ile yürüdüğüm zamanın içerisinde Aşk’ın nasıl bir şey olduğunu duvarlara anlata anlata, yüreğimin içerisini dantel dantel işleyerek anlıyorum ne kadar yakıcı olduğunu…
Aşk! Deyip susuyorum, sustukça susuyorum. Kana kana içmek isteyip bulamadığım o pınarın başında susuzluğum içerisinde duruyorum…
Tellal elinde gül demetleri ile dolaşırken, ruhum; inim inim… Toprağı değil de yüreğimi iğne ile deşmek bu hal…
Hâl…
Halimi, sessizlik ve korkaklık olarak algılayan insanların içinde kendimi gizleyecek bir yer bulamamanın adıydı bu.
Kendime bile faydam yokken, çevreme nasıl faydalı olurum düşüncesi içinde yazmayı öğrenmekti aşk. Ve yazarken kendini bulmanın adıydı biraz da…
Tanıdığımız insanların fikirlerine el sürmemenin ama dinlemenin gerekli olduğunu bilmekti aşk…
Aşk deyip susuyorum…
Sustuğum yerde vuruluyorum. Bilmediğim bir ses, bir hüsnü güzel düşüyor.
Halden hale, kal’den kal’e giriyorum… Kollarını değil lakin sardığım yastıkların arasına saklıyorum…
Deli diyecekler, belki de divane. Fitne içinde bırakıp kirletecekler…
Bilmiyorum, sadece korkuyorum…
Aşk deyip susuyorum…
Sustukça ağlıyorum…
Kelam sultanının bağından topladığım üzümleri mey edip içiyorum. Sarhoş olmuyorum, şaşıyorum…
Aşk, şaşkın şakın bakmaktı; âleme ve alem içindeki kendine…
Yüreğim!
Kapın müstekardır.
Hüsnü kelamın, kilidin.
Acizim, lâkin meftun...
Sor bakalım efsunu nedir bu işin?
Aşk!
Aşk diye yanar durur, divane gibi gezerim...
Ne giydiğimdeyim ne de çıkardığımda...
Aşk, der yüreğimin tam ortasında yanan ocağın hikmetini ararım...
Gündüzü saran gecede miydi keramet yoksa kelam ettirenlerde mi?
Hüsnü zan eder, günaha bulanırım...
Aşk, günahtan arınmayı da dilemekti...
Aşk, beşeri olanı yüreğe alabilmekti ama onu kapının dışında tutup duyguyu damıta damıta akıtabilmekti…
Harap etmeden, karartmadan şad olmayı niyet etmekti...
Aşk, Yusuf'un gömleğinin arkadan yırtılmasıydı.
Zindandan Sultanlığa uzanan yolun yolcusu olmak...
Aşk, masumiyet içinde kalakalmanın adı.
Aşk, savrulmaktı.
Kalın bir hamurun açılıp, yağlanıp, kızgın ocağın üzerinde için için yanmasıydı.
Katmer tadında…
Yanmış ocakların küllerinin eşiğinden beklemekti...
Aşk!
Aşk, görmeden, duymadan sevmekti.
Aşk, Leyla'ydı
Aşk, Kay’sın Mecnun’a dönmesiydi...
Hünkârımız Hoca Ahmet Yesevi’yi anlamak,
Somuncu Baba gibi 'Hu' diyebilmekti...
Aşk, susuzluğa doymamak, içsen de anlayamamaktı…
Aşk, meftun olmaktı...
‘Allah'ım! Vallahi, Billahi seviyorum ya da her neyse bu yüreğimdeki beni bundan bir daha mahrum etme’ diye yakarışların adıydı, aşk.
Görmeden, duymadan seven Muhammed ümmetinden olan bizleri; aşk ateşinde çarmığa gerilmiş İbrahim'e su taşıyan karıncadan olmayı nasip et diye dua edebilmekti aşk…
Gül olmak, gülistana meftun olmak isterdim… Beni taşıyan dört inanmış adamın omzunda giderken musallaya; başım tabuta vurunca değil, ölmeden ölenlerin diyarına göç edenlerden olmayı istemekti aşk…
Aşk deyip susuyorum… Sustukça ölecek gibi oluyorum…
Yazmak gayesi içinde değil, Efkan’ım susuzluğumu gidermiyor bildirmek istiyorum ama bu aşkı en ham haliyle yazıyorum...
Aşığım, iliklerimde dolanan lâkin sarhoş etmeyen meyin tadını almak istiyorum...
Ne geceyi kuşatan siyahtaydı hikmet, ne de gündüz bize gösterilenlerde.
Aşk, o güzel yüzü görmeden, duymadan iki cihanda da kavuşma ümidini taşımaktı...
Siz, buna ne derseniz deyin…
Ben, Aşk deyip susuyorum…
Beni bu kadar susturan bu duygunun meftunu olarak ölmek istiyorum…
Aşk ile yanın canlar! Aşk ile…