Bütün hikayenin başladığı o yerdeyim. Ya bu hikaye devam edecek ya da bilmiyorum bilmek dahi istemiyorum…
Birikmiş onca cümlelerle geliyorum sana…
Kimseye söyleyemediğim söylenmeye hazır cümlelerle…
İlmek ilmek yıllarca işlediğim, ola ki bir gün deyip sarıp sarmaladığım…
Suretin daha yeni peydah oldu, gözlerime çizdim…
Kimsenin görmediği ama benim seyre daldığım o yerdesin…
Onca sancı, onca gözyaşı ve bütün ihanetlerin arasından en samimi en gerçek olanlarını getiriyorum…
il il gezip bulamadığım… Kaçış noktamın aslında varış olduğunu idrak ede ede…
Kızılcık şerbeti içtiğim, ekmeğimin kana bulandığı yılları geride bırakıp kaçış noktamın aslında varış noktası olduğunu idrak ede ede…
Güneydoğu da kurşuna dizdiğim umutlarımı yitire – yitire…
Sana geliyorum…
Kızılcık şerbeti içtiğim, ekmeğimin kana bulandığı yılları geride bırakıp,
avuç kadar yüreğimi dünyaları sığdırmaya…
sana geliyorum…
bahşedilmiş kalbinin güzelliğine, küçücük tebessümüne…
adını koyamadığım ama varlığına şükür ettiğim bugünlere geliyorum.
Biliyorum… ilk defa güveniyorum… ekmeği, suyu azık edip
Tarumar olmuş yangın yeri toprağıma geliyorum…
İnsanlığımı arıyorum ayaklarının önüne sermek için
Belki ben ölmeden bana ait olanı verirsin de kurtulurum diye…
2021 Aralık… Bütün kapıları ne kadar aralarsam aralayayım dilimin kapısı hep kapalı ve bunu bir tokat gibi hissediyorum. Kalbimin sesi kulaklarımı dolduruyor. Sol yanında oturuyorum, hemen sağımdaki çay bardağına bile elim uzanmıyor, utanıyorum. Öyle ya sol yanında oturup sohbetinle haşr olurken çay içme keyfini nasıl düşünebilirdim… Ayıp…
Sana gelmek yoluna düşmek diye bir olay var bunun bilincindeyim. Kimseyle konuşmazsın bunun da farkındayım ama ben kimse değilim, bunu hissediyorum. Varlığımı dahi bilmezken keskin ve davetkar sözlerinden biliyorum…
Sana gelmek, yoluna düşmek diye bir olay var... Aylardır hatta yıllardır o yolun hayalini kurmak gibi... Akşamdan bayramlığını sarılıp uyuyan çocuk edası ile...
Sana gelmek diye bir olay var... Cümleleri toparlayıp, suya tuz katıp azıksız yola çıkmak gibi... Ağır, taşıması güç ama alın teri ile yenilen ekmek gibi...
Sana gelmek kışın zemheri den kaçıp kuytu köşe aramak gibi... Samimiyetine, sevgisine ve dilinden düşecek o kelama sımsıkı sarılma düşüncesi ile...
Sana gelmek, karşında durum kelam etmek senin Beyazıt da kalman kadar olmasa da benim darağacını izlemem gibi… Çünkü bilirim sen söylemiş idin, " insan en çok sevdiğinden korkar " ve usulsüz vusul olmaz derler…
Lakin gelemediğim yollar yapmışlar, kapıya da üç beş adam koymuşlar...
Perde ardına ne sırlar saklamışlar.
*Bugün buradan yarın ötelerden seslenirsin,
Yola çıksam denk gelmezsin, bilirim, nasip çizgisi, Perde ardında ki sır senin esirin...
*Ne zaman ölürüz bilmeyiz, Ölmeden bir hal hatır etsek, Rüyaları hayra yorup, ardından çay döksek.
...yâda öbür dünya ya mı randevu etsek...
Derken aylarca beklediği haber gelmişti, nihayetinde... Ama konuşamadım. Utancımdan sol tarafında oturuyorum diye sağımdaki çay bardağına gitmeyecek kadar çekindim ve o hiç olmadık zamanda Behçet Necatigil’in o eşsiz dizeleri aklıma geldi... “Çekingen, tutuk, saygılı. Bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı. Bitmeyen işler yüzünden (Siz böyle olsun istemezdiniz) Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi Kalbinizi dolduran duygular Kalbinizde kaldı. Siz geniş zamanlar umuyordunuz çirkindi dar vakitlerde..."
Ben gibi iki kelamı üst üste koyamayacak biri on dakika da ne anlatabilir ki... Aylardır beklediği iki kelamı mı yoksa uykularını harap eden keskin bakışlarla söylenen sözleri mi?
Velhasıl kelam DİL KABPUMBAĞA MİSALİ KABUĞUNA ÇEKİLDİ.. NE ZAMAN NASIL KONUŞUR BİLMİYORUM AMA KORKTUĞU AŞİKAR…