Rüyamda kılıçtan keskin gözlerin denk geldi, "uzaklaşma, sevdiğini biliyorum" Dedi. Yutkundum, korktum... İpin ucunun uzamasına dâhi tahammül yoktu... Olmasın da...
Hasret yaktı gömleğin iki yakasını…
Aşk öksürük gibi çıktı meydana evim barkım yanmışta kokusu sinmiş sanki ruhuma... Kırk hamamdan, kırk tasla arındırdılar, ruhumun içindeki yangını. Ben sırrın arasında kaybolurken, geride sırrın kaldı, aşkın kaldı, kelamın kaldı... Sır insanın kendisindeydi. Ölmeden bilinmezmiş, ölemedim. Suyu fazla gelmiş hamur gibi yapıştım kaldım dünyaya... Fatiha serinliğinde dualara ihtiyacım vardı, gözyaşları içinde dilsiz, dudaksız... Lütfedilmiş kitapların arasından ilmin tadını parmağımın ucuyla tattım. İğnenin ucuyla dağlanan yüreğimin pansumanını buldum. Buldukça sustum. Sustukça öğrendim suskunluğun sahibini. Kızgın sacın üzerinde unutulmuş ekmek gibi gevreyip sonra da yanmak istedim. Yolun uzundu, bu cahillik ile nereye kadar? Durdum, düşündüm mecal bulamadım. Dünya telaşında gaflet uykusuna devrildi sol yanım. Unutanlar ve uyuyanlar arasına karıştım...
Âşık gönüllülerin sofrasında da yer aldım, asık suratlılarında... Gözlerinin nurunda kaybolurken, aklımı yele salıverdiğim zamana denk geldi. Bu âlemi sensiz seyretmeye karar kılmadığım, özlemini İzzet yapıp astım bilinmezliğin en derinine... Sen sessizliği bilir misin? Suskunluğun altında ki gizli sözleri... Ben yüreğimin ulu hakanını bir kitap arasında buldum ve ne kadar saklanmış cümle varsa aşikâr oluverdi orada... Bunca ilim, bunca arayış ben kendimi bulayım diyeydi. Yüreğimin ekmeğini yiyeyim diye… Bu aşamada yeni insanlar tanıdım. Zonguldak'tan, Samsun dan. Kömür çıkarır gibi derdi, belayı def eden yürekler ( Allah'ın izniyle) evi yanmışa, ocağı tütmeyene, eşinden, anasından babasından destek görmeyene uzanan eller gördüm. Fikriyle, ettiği sohbet ve verdiği tavsiye ile yolda sabit kalmamı isteyen gönüller... Zamanın içinden arınıp bulunmaz ama halk içinde hak insanları... Bir zamanlar İstanbul sokaklarında gezmiş... Öylesine bu dünyaya konup geçen insanlar... Bataklığı bilen lâkin çevresinde gül yetiştiren koca yürekli insanlar... Hasta yatağında bile dertleri ile dertlenip Allah'ı şikâyet etmeyen insanlar... Siz Allah'ı insanlara şikâyet eden insan gördünüz mü? Hepimiz. Ne kadarda şikâyetçiyiz yolumuzdan...
Yol...
‘Yol, yol’ der dururuz bu yola bir de sır ekleriz sırrın içine aşk koyarız. Ne ola ki bu yol diyenler var mı içinizde? Yola nasıl çıkılır, azığı nedir? Diye soranınız. Beşeri midir? Yoksa ilahi mi? Hak ile Batıl mıdır? Habil miyiz yoksa Kabil mı?
Susuyorum... Cevap verecek mecalim yok. Haddizatında başımı kaldırıp bakıyorum oturduğum yerden bir vesvese yerleşiyor içime. Susuyorum dillenmiyor, düşündüklerim. Kaç gömlek birden değiştiriyordu insanlar. Aynaya bakacak yüzümüz yokken bu baş kaldırılmışlık, neden? Hakikati arıyorum ya onu bulacağım ya da bu yolda kaybolacağım. Öyle ya aşk için gelmedik mi cihana?
Şimdi düşünüyorum;
Özlemin dilinden anlar mıyım?
Bir sevdayı yüreğime sığdıracak kadar büyük mü kalbim.
Sussa dillerim, gözlerin tanır mı cümlelerimi?
Görmedim, duymadım ve bilmiyorum demek istemiyorum.
Aşk ise celladım ve o cellatta bu yol ise Eyvallah!
Ağlamak da yaraşır, yakarmakta
Samimiyet kırk pehlivan da değil belki bir damla gözyaşında...
Sevmek bana yaraşır,
Vuslat, aramaksa Eyvallah!
Arayanlar buldu, yatıyor musallada...
Yarın mahşer yerinde sırât-ı müstakīmde
Parmakla gösterecek belki de
"aradı, buldu, sevdi" diye...
Yolun meşakkat üstüne meşakkatse Eyvallah!
Kimler, kimler bulmuş, bu yollara düşmüş,
İnancın bir parçası elbette, hayati...
Yarın kelam sofrasında yer alabilmek için,
Kapı eşiği ise yerim ona da Eyvallah!
Yeter ki;
Bulanlar arayanlardı seferinde heybemi almış yola çıkmış olayım
............ velhasıl, İnsanın insana dost olduğu zamanlar değil kelamın sizi buldurduğu ve oldurduğu zamanlara gitmek lazım...Vesselam…