Birkaç gündür telefon elimde arayıp aramamak arasında gidip geliyorum yüreğime şifa olacak o kelam sahibi insanı… Aramak için sığındığım bahanelerin hepsini tüketmiş bir şekilde çaresizliğimin en dibe vurmuş halini görüyorum kendimde. Diğer tarafım ‘belki bu arayışların sonu kaybediş olabilir’ diye korkuturken. Dayanamıyorum merhemi gönül evimin duvarlarını sürmem lazım. O sesin içerinden çıkacak kelamları yakalayıp bir odun bırakmam lazım gönül ocağına.
Telefon bir, iki en fazla üç defa çalıyor ve kapanıyor... Ekrana bir cevapsız arama düştü, biliyorum... Kelam da şimdi bu duygularla ağır gelir, yazılmaz ki... Hayli zaman oldu. Üç, beş ay yılları devirdi sanki... Derdine merhem bulamam ama derdini dertten sayacak kadar yüreğimde duruşu dimdik tutuyor cümlelerimi…
Kilim gibi yayarken yollara düşüncelerimi bir ekmek kırıntısı gibi un ufak oluveriyorum. Zor geliyor soru işaretleri ile uğraşmak... “Dua ediyor musun?” diyorsun ya dilimden önce kalbim dile geliveriyor. Kelamı şifa bilen, kendini bilmez beni mazur görür müsün bilemiyorum ama dualarımdan başka neyim var? Sorusuna koskoca bir hiç düşüyor kucağıma.
Upuzun bir yol var ve sen bu yolun neresindesin, hangi güllerin gölgesinde saklanıyorsun merak ediyorum... Gözlerim engin gökyüzünü izlerken gönlüm metruk bir evin odalarını geziyor sanki... Hiç tanımadığım bu evin odaları bir şeyler fısıldıyor gibi... Oturup konuşmak istiyorum, yılların suskunluğu duvarlarım…
İtiraf ediyorum, korkuyorum kaybetmekten bu halimi. Yokluğun... Hani ip uzatılır ama bırakılmazdı... Şimdi bıraktın mı beni, bana?
650 kilometrelik yolun sonuna yaklaşırken evlerin ışıkları cezbediyor. Perdeleri kapalı olan evlerin içinde neler olup bitiyordu acaba? Bir çocuğun annesine gülüşü... Kaşık çatal sesleri... Ve dizini döve döve ağlayan niceleri... Suskunlar… İnsanlar hangi âlemde, gönülleri hangi evde...
Peki, benim gönlüm neden metruk evde? Metruk ev… Çocukluğumdan kalma bu evi bugün bu yolculukta anımsıyor olmak ve ruhumun o evin odalarında sensizlik eşiğinde dolaşıyor olması ne kadar manidar… Rahmetli dedem o zamanlar tütün ekerdi çardağımızın hemen yakınındaki o metruk evin gölgesinde tütün dizilir, oturup kalkılırdı yaşımın vermiş olduğu merakla o evin içerisine girer çürümüş ağaçlarının üzerinde gezinir duvarlarda yuva yapmış örümceklerin iplik iplik itina ile yaptıkları evlerini izler hayret ederdim… Şimdi şimdi idrak ediyorum ev üstüne ev olmaz derdi atalarımız evin sahibi gidince evi örümcekler sarmıştı. Peki, hiç düşündünüz mü? Sizlerin gönül evinde asıl olması gereken maneviyat olmazsa orada kimlerin ya da nelerin olacağını? Korkum artıyor bedenim otobüs koltuğun içinde otururken ruhum çocukluğumdaki evin çürük ağaçlarının üzerinde dimdik durmuş camı olmayan o pencereden dışarı seyrediyor. Elimi sol yanıma götürüyorum. Elhamdülillah sensizlik uyuyor. Hissediyorum sende ki sessizlik daha derin daha manalı. Hüzün karışmış ekmek doğradığın çorbana. Hissediyorum bir şeyler var. Ruhumu metruk evin duvarlarının arasından çıkarıp gecenin karanlığına salıyorum gerçek evinin yolunu bulması için ve ben;
O kadar çok konuşmak istiyorum ki kendimle
Kendim hangi âlemde...
Âlem benim içimde... İçim kıyım kıyım iki satır peşinde...
Aradığım, bulduğum yıkık viran olmuş gönül sarayı
Hani bunun sultanı?
Yeşili, sarıyı ve maviyi izliyorum
Gördüğüm çorak toprak
Kim vazgeçti gülden diken var diye?
Yoruldum kadeh kadeh içip sarhoşluk nedir bilmiyorum
Bildiğim âlem,
Hani nerede bu âlem?
Ve saat 1 civarı doludizgin koşan bu cümleler dağ aşıyor... Mevsimleri değiştirip kelamından bir yudum alıp kâğıda işliyor…