Geceleri karanlığa, gündüzleri de düşüncelerimin içerisine saklıyorum. Ne anlatacağımı bile bilmeden konuşmak istiyorum... Dervişlik yolu değil ki yolum, gaflet içinde yarı uykudayım. İki karış mezar iken sonum ben nereye yolcuyum? Bilemiyorum. Yüreğimin üzerinde ur, o bile seni görünce abdeste dururken ham meyve tadındaki ben niye böyleyim? Kapının eşiğinde durmak ne büyük nimet, nimetler içinde kelamına erişebilmek…
Günü bitirmenin huzuru içindeyim... Düşüncelerim ile baş başa kaldığım evime gideceğim. Saat 17.30 sekiz vagonlu Metroya binip usulca uzaklaşıyorum. Yaklaşık yarım saatlik yolculuktan sonra başka bir toplu taşımaya binmek üzere Pendik’te indim. Binaları, yol üzerinde bekleyen insanları seyrede seyrede gidecektim. Ve her biri bende farklı farklı duygulara sebep olacaktı... Ama bugün bir özlem duygusu var. Tanıdık olmayan bu duygu, duyma hissi...
Bugün bu saate kadar bastırılmış duyguları oturmam ile önüme dökmem bir oluyor, rehberden ismini bulup sağ başparmağımla numaranın üzerinde geziniyorum... Uygun düşmez deyip, düşüncelerimden kurtulmak istiyorum. Zor oluyor ama aramama konusunda kendimi engelleyebiliyorum... Bütün duygular yağma ediyorlar ruhumu... Bilmediğim evin etrafında tavaf ediyorum... Yanan bütün ışıklara dokunuyor gözlerim. Bütün perdeler kapalı... Perde kıpırdamasına dört dönüyor, “acaba orada mı?” diyorum... Değilsin elbette… Sesini duyma düşüncesini gökyüzüne salmak istiyorum.
Ruhum, Eyüp Sultan’ın vermiş olduğu o huzuru arıyor. Eyüp Sultan'ın sırtlarında bir yeri arıyorum, toprak altındaki evini… Toprak altında perdeler açılıp geldiğimi görür müsün? Allah bilir… Mezarlığın içerisinde yürürken sözleri kime ait olduğunu bilmediğim dizeler düşüyor dilime;
“Kısmetindir gezdiren yer yer seni.
Arşa çıksan âkıbet yer, yer seni.
Onun için onun adı yer oldu.
Önce besler sonra kendi yer seni.”
Mezarlık duvarının üzerine oturup Haliç’i ağaçların arasından izlemek istedim. Lâkin gözüm hemen önümdeki mezara takıldı. Okumam, yazmam olmadığı için kimdir bilemiyorum. Oturdum, konuştum uzun uzun. Suskunların evinde edepsizlikti belki de ama öyle güzel ki konuşmak... İstediğini söylüyorsun, sözünü kesen yok, anlatamama derdin yok, çekinme derdin yok... Konuşuyorsun öyle, sadece konuşuyorsun… Konuşurken konu oradan oraya geçti tâbi. Yazmaktan bahsediyordum ki aklıma 63 yaşındaki adamın "yazılarını takip eden biri var mı?" sorusu geldi. O an aklıma bir arkadaşın sözü gelmişti, onun dediği sözü hiç tartmadan bir çırpıda söyleyivermiştim.
- “Yazıların çok ağır. Anlamak için insanın bir kaç defa okuması lazım yazı dilini sadeleştir.” Benim okuyucularım özel diye savunmuştum o zaman, aksini nasıl düşünebilirim? Asıl cevap 63 yaşındaki adam tarafından gelmişti. Necip Fazıl ile ilgili hikâyeyi anlatmak suretiyle yönünü hafif sağına döndürmüş o muhteşem cevabı söylemişti ; "Ben niye alçalayım onlar yükselsin" Sustum...
Doğru sözün üzerine söz mü söylenir? Sonra tanımlama yaparken neden “63 yaşındaki adam” diye nitelendirdiğimi düşündüm “amca” diyordum ya! Çok uzun sürmeyen bu düşünceyi yanıma yaklaşan kedi bozdu... Rüyalarıma iştirak ettiği o geceyi düşündüm. Sanki bu rüyayı daha önce de görmüştüm. O zamanki suret ile şimdiki suret aynı mıydı diye düşünüyor bir yandan da kediye çantamdan çıkardığım ekmeği veriyordum... Mama yemeye alıştığı için mi yoksa tok muydu bilmem biraz koklayıp yemedi. Kendi sesimi duyacak şekilde 'sizi de mi bozdular?' dedim... Anamın ekmeği çaya bandırıp kediye verdiği o günler çok uzakta kalmıştı bizim evde bile artık çaya bandırılmış ekmek yemiyordu kediler...
Nereden, nereye? Kime ait olduğunu bilmediğim mezar sol tarafımdaydı. Usulca dönüp 'böyle kardeş' diyebildim anlatacaklarımın bittiğini bildirmek ister gibi... İyi gelmişti suskunların evinde konuşmak... Duvarın üzerinden inip üzerimi temizledim ve yavaş yavaş yukarıya doğru yürümeye başladım.
Pierre Loti’den ziyade durağım, dergâhın müdavimi Necip Fazıl Kısakürek’in şeyhi olan son şeyh Abdülhakim Arvâsî’nin durağıydı… Kâşgarî Dergâhı… Caminin avlusundaki o banka oturup düşünmeye kaldığım yerden devam edecektim. “Allah nasip etmeyeceği hiç bir şeyin hayalini kurdurmaz” diye bir söz hatırlıyorum... Bunun kaynağı neydi acaba?
Biraz burada soluklanıp hemen caminin ardındaki yerine adım adım gelecektim… Evde bulamayacağımı bile bile… İtiraf etmem gerekir ki bu beni sevindiriyor. Razıyım, kapını her çaldığımda evde bulamamaya… Ben üşenmem, gelirim, bomboş toprağa elimi sürer dile gelmeyenleri anlatır çeker giderim… Ne olacak ki? Bugün sana okumak üzere kendimle beraber bir şiir getiriyorum;
“Bir senin sesin eyler gamdan âzâde beni
Selâmın ganî kılar şâhdan ziyâde beni
Bî-ümîd olsam da endîşe-i istikbâlle
Tebessümün kâfîdir dâim dilşâde beni
Elif bilmez câhil idim cemâlini görmeden
Arz-ı keremin yetti nâgâh irşâde beni
Gam yegâne âşinâmdır dilde hicrânın varken
Bir vuslatın gark ider hadsiz neşâte beni”