ISMAHAN ÇERİBAŞI
Köşe Yazarı
ISMAHAN ÇERİBAŞI
 

Mühür (Eyüp Sultan)

Giremediğim mühürlü kalbin sabrı dilime düştüğü günden beri uyanık olan gönlümü temaşa ediyorum… Aç gözünü, uyan ey gafil! Dünya döner, Ecel kapını çalmakta fark etmez misin? Her işin yarım, küfrün rengine bürünür  İşiten kulakların hakkını nasıl verirsin, bilmezsin Şeker diye küfür verirler Neden diye sormazsın. Nasihat de mi almaz mısın be gafil! Duyduğum ney sesine doğru adım adım gidiyorum... Hiç bitmese bu yol… Yüreğimin dâhi işittiği bu ses nereden geliyor diye düşünmeden edemiyorum… Ellerimi telaşla çıkarıyorum cebimden... Şiir sözlerin ruhumuzda yükselişiydi. Onun ayrı bir dili, ayrı bir tadı vardı... Bu yüzden, kâmil birinin susup; ney üflemesi gibiydi, öyle derin, öyle içten... Evet, evet bu ses ney sesi değil kelamın ruhuma üflendiği zaman diliminden biriydi… Kaybolup gittiğim Eyüp Sultan mezarlığının içerine bırakıyorum bedenimi... Sabahın ilk saatleri, kimsecikler yok etrafta... Önce arasın sonra bulsun diye... Yol ayrımında buluyorum kendimi. Sol taraf kaşgari dergâhına çağırırken; sağ taraf ise manzarayı... Dünyanın renklerinin arasına... Dergâha yöneliyorum, Aheste aheste... Kapının eşiğine gelip her zaman ki o hikâyeyi hatırlıyorum, Necip Fazıl’ın.  Bahçesine girecek oluyorum cesaret edemiyorum... Sağlı, sollu mezarlara bakıyorum ‘buradan hiç kovulan oldu mu?’ Diyecek oluyorum. Utanıyorum...  Gafil! Ne düşünürsün. Şuursuz musun sen diye azarlayıp çekiyorum ayaklarımı kapının eşiğinden... Yol ayrımına geri dönüyorum... Dünyanın renklerine dalmak istemiyorum lâkin ön kapıdan da girecek yüzüm yok gibi... Sağ taraftaki yolun, duvar dibinden sessiz sedasız ilerliyorum. Caminin arka kapısına gidecektim ama o kapıya gitmeden başka bir kapı daha vardı uğramam gereken.  “Ziyaret edin, ziyaret etmeniz için illa benim orada olmam gerekmez” Deyip evde olmayacağını bile bile yine de o kapıya davet eden adamın evi... Aylardır hiç uğramadım... Toprağında ki buğdayları yemiştir belki kuşlar...  Kuşlar... Hangi kuş bu?  Bilmiyorum... Belki de karıncalar götürüyordur... Olsun...  Kendi kendime gülüyorum... Gözümü kışa soyunmuş ağaçlara dikiyorum. Sonra gökyüzüne dalıyorlar... Hava kapalı, puslu, yavaş yavaş üşüdüğümü hissediyorum…  Neredesin? Sorusunu Edebe aykırı buluyorum. Susuyorum... Olsun, gönülde olan için mesafe yoktu. Hasretliğimiz Mevla'ya deyip bir anda geçiyorum defterin bu sayfasını… Ateş yakıyorum, eşiğine... Nasıl olsa evde yoksun ya! Azıcık ısınsam iyi olacak yoksa bu çelimsiz bedenim bitap düşecek... Acıktım da sanki... Şu şeker illetini buldum bulalı titriyordu bedenim, yaz kış...  Hikâye etmek bile suç değil miydi?   Sus! Gafil...  Ellerim biraz daha iyi şimdi. Yüzüm sıcaktan hafif kızardı.  Aferin, ‘kızaracak yüzün var’ deyip teselli ilacı veriyorum kendime...  Bu arada kapının üzerinde ismin hâlâ yok... İyi ki yok.  Düşünmek dâhi istemiyorum... Düşüncelerimden korkup mezarlığın üzerinden aldığım; yüreğim kadar olan avucuma toprak doldurup ateşin üzerine atıyorum... Avuç içlerim, toprak değil su doluyor birden… Gayet normal karşılıyorum durumu. Biraz söndü sanki ama yine de için için tütüyor Ayağımla sağa sola dağıtıyorum ateşi. Ayakkabının ucu yandı mı ne! Siyah bir kedi dolanıyor ayakuçlarımda, cebimde neden gezdirdiğimi bilmediğim küçük bir kavanoz çıkarıyorum. İçindekini yere dökmemle beraber iri iri bembeyaz solucanlar yere dökülüyor… Solucanların hareket etmesiyle, kedinin kaçması bir oluyor. Hayretler içinde kaldığım bu durumu anlam veremeyip; koşar adım caminin arka kapısından içeri giriyorum. Merdivenler çık çık bitmek bilmiyor... Sonunda Avluda ki şadırvanın içinde yüzümü soğuk su ile yıkamamla uyanıyorum... Çok şükür...  Telefonu elime alıyorum, gülüşüne güller ektiğim o gül yüzlü cemalin karşılıyor beni... Bir şükür daha çekiyorum... Sabaha daha bir saat var...  Kapanan gözlerimin ardından bedenim yine Eyüp Sultanda… Ellerim cebimde Arnavut kaldırımlarını eziyorum… Sırtımı dayayacak bir duvar bulduğum anda başlayacağım konuşmaya… Suskunların diyarı burası… Benim huzur bulduğum, havasını, iklimi özlem duyduğum mekân…  Kendime dahi itiraf edemediğim duygularımı itiraf kalesi… Kimseden sır çıkmaz burada… Kötü gözle bakmazlar insana… Bilirler ki ölümlüyüm… Onlar gibi… Tepelere doğru çıktıkça o yol ayrımına geldim yine… Kaşgari Dergâhının kapısı buyur ederken icabet etmiyorum davetine… Yolun sağını seçiyorum… Pierre Loti’ye doğru kuytu bir köşe arıyorum… Her yer dikenli, çamur içinde. Oturacak, dizimin birini dahi dayayacağım kuru bir yer yok… Gerisingeriye dönüyorum yol ayrımına… Başım önde giriyorum kapıdan içeri. Bu sefer dergâhın bahçesinde değil de caminin içerisine giriyorum… Sağdaki kapıya yönelip adım adım tırmanıyorum merdivenleri… Küçücük bu caminin içerisinde bir köşe bulup önce camiyi göz gezdiriyorum… Neler, neler öğrenmiştim bu dergâh hakkında daha doğrusu Abdulhakim Arvasi Hazretleri, Necip Fazıl ve kelam sultanım hakkında… Kendimle konuştuğum şu saat diliminde kalemim solumda, kâğıdım sağımda oturuyor… Birileri konuşmaktan çok yazmamı ister gibi ama ne desem boş; dile dua, yüreğe nasip düşüyor… Yazamıyorum, kâğıdı bomboş bırakıyorum. Bu sefer kalem kelam ile birlikte sağımda, kâğıt sol tarafa düşüyor… Anlıyorum sonunda neyin ne olduğunu. Giremediğim kalbin mührü dilime düştüğü günden beri hiçbir kapının kilidini zorlamadı; ellerim.  Her an bir adım dışarıdayken, pencereden giren güneşe müsaade etmeyecek kadar kapalıydı perdelerim… Oysa çalı bile incitmemişti; dalına konan kuşu... Ben incitmiştim, kâğıdı, kalemi… Çözülen, ayaklarımın bağlarıydı sadece yollarda küheylan gibi koşan… Olmadı, bir sevdayı yüreğime sığdıramadım…  Beklediğim köşe başları, geç kaldığım zaman; girmediğim kalbin sabrını dualarıma düşürmüştü… Bu yüzden;  “… Muhtemelen kalıcı olacak edebi hitap tarzını yaşadığın olumsuzluklara borçlusun. Kendini yenince edebi kişiliğin kalacak” demişti… Ey can! Aldığın bir ömürdü; haneme ateş düştü… İstediğin neydi? Bilemedim ki Ermeyen başım mıydı yoksa gönül evim mi? Yollar bile yoruldu; gidip gelirken…  Etmediğin kelamın sabrı yüreğime, Hüsnü cemalini görmek ise rüyalara…
Ekleme Tarihi: 04 Ocak 2025 - Cumartesi

Mühür (Eyüp Sultan)

Giremediğim mühürlü kalbin sabrı dilime düştüğü günden beri uyanık olan gönlümü temaşa ediyorum…

Aç gözünü, uyan ey gafil!

Dünya döner, Ecel kapını çalmakta fark etmez misin?

Her işin yarım, küfrün rengine bürünür 

İşiten kulakların hakkını nasıl verirsin, bilmezsin

Şeker diye küfür verirler

Neden diye sormazsın.

Nasihat de mi almaz mısın be gafil!

Duyduğum ney sesine doğru adım adım gidiyorum... Hiç bitmese bu yol… Yüreğimin dâhi işittiği bu ses nereden geliyor diye düşünmeden edemiyorum…

Ellerimi telaşla çıkarıyorum cebimden...

Şiir sözlerin ruhumuzda yükselişiydi. Onun ayrı bir dili, ayrı bir tadı vardı... Bu yüzden, kâmil birinin susup; ney üflemesi gibiydi, öyle derin, öyle içten...

Evet, evet bu ses ney sesi değil kelamın ruhuma üflendiği zaman diliminden biriydi…

Kaybolup gittiğim Eyüp Sultan mezarlığının içerine bırakıyorum bedenimi... Sabahın ilk saatleri, kimsecikler yok etrafta... Önce arasın sonra bulsun diye...

Yol ayrımında buluyorum kendimi. Sol taraf kaşgari dergâhına çağırırken; sağ taraf ise manzarayı... Dünyanın renklerinin arasına...

Dergâha yöneliyorum, Aheste aheste... Kapının eşiğine gelip her zaman ki o hikâyeyi hatırlıyorum, Necip Fazıl’ın. 

Bahçesine girecek oluyorum cesaret edemiyorum... Sağlı, sollu mezarlara bakıyorum ‘buradan hiç kovulan oldu mu?’ Diyecek oluyorum. Utanıyorum... 

Gafil! Ne düşünürsün. Şuursuz musun sen diye azarlayıp çekiyorum ayaklarımı kapının eşiğinden... Yol ayrımına geri dönüyorum... Dünyanın renklerine dalmak istemiyorum lâkin ön kapıdan da girecek yüzüm yok gibi... Sağ taraftaki yolun, duvar dibinden sessiz sedasız ilerliyorum. Caminin arka kapısına gidecektim ama o kapıya gitmeden başka bir kapı daha vardı uğramam gereken. 

“Ziyaret edin, ziyaret etmeniz için illa benim orada olmam gerekmez” Deyip evde olmayacağını bile bile yine de o kapıya davet eden adamın evi... Aylardır hiç uğramadım... Toprağında ki buğdayları yemiştir belki kuşlar... 

Kuşlar... Hangi kuş bu?

 Bilmiyorum... Belki de karıncalar götürüyordur... Olsun... 

Kendi kendime gülüyorum... Gözümü kışa soyunmuş ağaçlara dikiyorum. Sonra gökyüzüne dalıyorlar... Hava kapalı, puslu, yavaş yavaş üşüdüğümü hissediyorum… 

Neredesin? Sorusunu Edebe aykırı buluyorum. Susuyorum... Olsun, gönülde olan için mesafe yoktu. Hasretliğimiz Mevla'ya deyip bir anda geçiyorum defterin bu sayfasını…

Ateş yakıyorum, eşiğine... Nasıl olsa evde yoksun ya! Azıcık ısınsam iyi olacak yoksa bu çelimsiz bedenim bitap düşecek... Acıktım da sanki... Şu şeker illetini buldum bulalı titriyordu bedenim, yaz kış... 

Hikâye etmek bile suç değil miydi?  

Sus! Gafil... 

Ellerim biraz daha iyi şimdi. Yüzüm sıcaktan hafif kızardı.

 Aferin, ‘kızaracak yüzün var’ deyip teselli ilacı veriyorum kendime... 

Bu arada kapının üzerinde ismin hâlâ yok... İyi ki yok. 

Düşünmek dâhi istemiyorum... Düşüncelerimden korkup mezarlığın üzerinden aldığım; yüreğim kadar olan avucuma toprak doldurup ateşin üzerine atıyorum... Avuç içlerim, toprak değil su doluyor birden… Gayet normal karşılıyorum durumu. Biraz söndü sanki ama yine de için için tütüyor Ayağımla sağa sola dağıtıyorum ateşi. Ayakkabının ucu yandı mı ne!

Siyah bir kedi dolanıyor ayakuçlarımda, cebimde neden gezdirdiğimi bilmediğim küçük bir kavanoz çıkarıyorum. İçindekini yere dökmemle beraber iri iri bembeyaz solucanlar yere dökülüyor… Solucanların hareket etmesiyle, kedinin kaçması bir oluyor. Hayretler içinde kaldığım bu durumu anlam veremeyip; koşar adım caminin arka kapısından içeri giriyorum. Merdivenler çık çık bitmek bilmiyor...

Sonunda Avluda ki şadırvanın içinde yüzümü soğuk su ile yıkamamla uyanıyorum...

Çok şükür... 

Telefonu elime alıyorum, gülüşüne güller ektiğim o gül yüzlü cemalin karşılıyor beni... Bir şükür daha çekiyorum...

Sabaha daha bir saat var... 

Kapanan gözlerimin ardından bedenim yine Eyüp Sultanda… Ellerim cebimde Arnavut kaldırımlarını eziyorum… Sırtımı dayayacak bir duvar bulduğum anda başlayacağım konuşmaya…

Suskunların diyarı burası… Benim huzur bulduğum, havasını, iklimi özlem duyduğum mekân… 

Kendime dahi itiraf edemediğim duygularımı itiraf kalesi… Kimseden sır çıkmaz burada… Kötü gözle bakmazlar insana… Bilirler ki ölümlüyüm… Onlar gibi…

Tepelere doğru çıktıkça o yol ayrımına geldim yine… Kaşgari Dergâhının kapısı buyur ederken icabet etmiyorum davetine… Yolun sağını seçiyorum… Pierre Loti’ye doğru kuytu bir köşe arıyorum… Her yer dikenli, çamur içinde. Oturacak, dizimin birini dahi dayayacağım kuru bir yer yok… Gerisingeriye dönüyorum yol ayrımına… Başım önde giriyorum kapıdan içeri. Bu sefer dergâhın bahçesinde değil de caminin içerisine giriyorum… Sağdaki kapıya yönelip adım adım tırmanıyorum merdivenleri… Küçücük bu caminin içerisinde bir köşe bulup önce camiyi göz gezdiriyorum… Neler, neler öğrenmiştim bu dergâh hakkında daha doğrusu Abdulhakim Arvasi Hazretleri, Necip Fazıl ve kelam sultanım hakkında…

Kendimle konuştuğum şu saat diliminde kalemim solumda, kâğıdım sağımda oturuyor… Birileri konuşmaktan çok yazmamı ister gibi ama ne desem boş; dile dua, yüreğe nasip düşüyor… Yazamıyorum, kâğıdı bomboş bırakıyorum. Bu sefer kalem kelam ile birlikte sağımda, kâğıt sol tarafa düşüyor…

Anlıyorum sonunda neyin ne olduğunu. Giremediğim kalbin mührü dilime düştüğü günden beri hiçbir kapının kilidini zorlamadı; ellerim. 

Her an bir adım dışarıdayken, pencereden giren güneşe müsaade etmeyecek kadar kapalıydı perdelerim…

Oysa çalı bile incitmemişti; dalına konan kuşu... Ben incitmiştim, kâğıdı, kalemi…

Çözülen, ayaklarımın bağlarıydı sadece yollarda küheylan gibi koşan…

Olmadı, bir sevdayı yüreğime sığdıramadım… 

Beklediğim köşe başları, geç kaldığım zaman; girmediğim kalbin sabrını dualarıma düşürmüştü…

Bu yüzden;

 “… Muhtemelen kalıcı olacak edebi hitap tarzını yaşadığın olumsuzluklara borçlusun. Kendini yenince edebi kişiliğin kalacak” demişti…

Ey can! Aldığın bir ömürdü; haneme ateş düştü…

İstediğin neydi? Bilemedim ki

Ermeyen başım mıydı yoksa gönül evim mi?

Yollar bile yoruldu; gidip gelirken… 

Etmediğin kelamın sabrı yüreğime,

Hüsnü cemalini görmek ise rüyalara…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve denizli20haber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.
islami sohbetler sohbet omegle tv türk sohbet islami sohbet cinsel sohbet emlak seviye 5 mutfak lavabo tıkanıklığı açma su böreği sipariş galeri yetki belgesi nasıl alınır yalama taşı İstanbul evden eve nakliyat kurumsal web hizmetleri bets10 yeni adresi deneme bonusu veren siteler deneme bonusu