Bu şehir aynı şehir... Duvarlar aynı duvarlar. Beynimde ki uğultular, onlar bile...
Her şey yerli yerinde iken ben neredeyim? Hangi âlemde.
Sessizlik çığlık olup döndükçe bana kaybolup gidiyorum... Yerimden kalkacak mecalim bile yok.
Yoruldum, tüketiyorum. Kırılganlık da var tabi. Nasıl kırılmasın, insan? Baksana hava soğudu...
Sıcacık soba başında bir iki kelam edecek biri de yok... Perdeler neden günlerdir kapalı? Suspus olmuş her şey. Pencerenin önünden kimler gelip geçiyor merakta etmiyorum. Konuşmak... Sahi neydi anlatmak... Tespih gibi dökülürken içimiz, anlayan hangi âlemde...
Âlem…
Ben bilmem, bana bakma kış önce yüreğime sonra şehrime geldi...
Kaybettiğim mi benimdir yoksa bulduğum mu? Haberim yok.
Ben, bende değilsem âlem neyime...
Neyse ki bir hafta sonra uyandım. Günlerdir açılmayan perdeleri açıp, yorgun bedenimi yataktan kaldırıp, taşların hizasında tutabildim. Buna rağmen yağmur gecenin soğuğu ile yüzümü yalar geçerken katmer, katmer hasreti katlayıp cebimden çıkarmaya korktum. Lâkin söylenmemiş onca cümleleri sakladığım yeter! Bir çay söyle de azizim, içelim!
...Günlerden bilmem ne... Saat gece yarısına bir adım kalmış. Bekliyorum, elim kolum bağlı ne ile karşılaşacağımı bilmeden. Hayli yorgun bir zamanın içinden sıyrılıp sana geliyorum. Neden, bilmiyorum. Sahi niye eşiğindeyim.
İçimde uyanmış bir şairin gözleri var. Hokkası, mürekkebi hazırda kâğıt bulamamış gibi... Konuşasım da var, sen hiç susarak konuşanı gördün mü? Ben gözlerinle konuşuyorum... Ama bu aralar perdelerim kapalı, evden çıkmıyorum. Dışarıdan bir haberim. Her yerim ağrıyor, tabibin yazdığı ilaçlar da kâfi gelmiyor... ‘Yat dinlen’ diyen herkese memnuniyet içeren bakışlarımı atarken saklanmak için yatağı seçmem...
Yüksek bir tepeden Arnavut kaldırıma benzeyen siyah demir kapının önünde gelişini bekliyorum. Senin gelişlerin benim gidişlerim oluyor. Farkındayım kelam denen şey dil yarası değildi lâkin ağırdı yine de... Susadım, konuşmaya. Soğuk bir havada bir çay içimlik vakit yoktu o yüzdendi belki de peş peşe sigara yakıp söndürmem.
Aklıma birden o soğukta Nazım Hikmet geliyor... Onun cezaevinde kalışı, uzak diyarlardan güneşi selamlaması ve "senin adını kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım. Malum ya, bulunduğum yerde ne sapı sedefli bir çakı var, ne de başı bulutlarda bir çınar. ..." Susuyorum, Nazım Hikmet'i dinliyorum penceremden, onca gürültüye rağmen...
Baktıkça uzaklara ve söyledikçe Nazım; "kendi sesimden başka insan sesi duyurmayan" seni özlüyorum… Bildiğim bütün yüzlerle kıyaslıyorum suretini... Bir gölge düşüyor yüzüme yağmur yüklü bulutlar gibi... Uzak diyorum çok uzak... Yıllar geçmiş ve ben geçmişin içinde ağız dolusu küfürlerle kaybolup gidiyorum... Bir kadın beliriyor penceremin önünde nasılsın demeye kalmadan ‘perdeler’ diyor. Perdeler kapalı... Unutmuşum haftalarca dışarı çıkmadığımı, sessizliğin içinde kaybolup gidişimi...
Kadını uğurluyorum…
Sonra fotoğraf karelerindeki o adam misafir oluyor gözlerimin önün de... Esaret mi cesaret mi? dediğim ama cesaret edemediğim yolculuğun adı... Yağmur... Parke taşları... Siyah demir kapı. Önünde korumalar... Hazırda bekleyen şoför... Bir tarafı karanlık, bir tarafı bir deniz kenarında balığını tutmuş akşamsefası içinde, huzur kaplıyor içimi... Seviniyorum gördüğüme... Bu yeter belki de...
Nazım Hikmet'i tekrar duyuyorum ; "... Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar. Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak bu kadar mavi bu kadar geniş olduğuna şaşarak kımıldanmadan durdum. Sonra saygıyla toprağa oturdum, dayadım sırtımı duvara. ..."
Müsaade istiyorum yarın yine Nazım’ı dinlemek ve bir fotoğraf karesindeki suretiyle konuşmak için… Ama tekrar hasta olmak istemiyorum ve perdeleri kapatmak... Biliyorum ayakta olursam bir çay yaparım sessizliği dinler, yazı yazarım. Ve gelmek için bir sürü bahane bulurum...
Öbür türlüsü zor azizim, zor! Bakanı olmayınca hasta olmak bile zor. Düşünsene çay bile içemiyorsun, Nazım’ı dinleyemiyorsun. İçinden gelmiyor... Susuyorsun... Oysa ben sessizken bile çok şey anlatıyorum. En önemlisi yazıyorum...