Örselenmiş düşüncelerin içinde İstanbul trafiğin tam göbeğinde sol elimin iki parmağının arasındaki sigarayı içime çekiyorum...
Radyoda çalan şarkının sözleri düşüncelerime ket vururken sağ elimin işaret parmağıyla radyonun düğmesini dokunup sessizliği seçiyorum... Gidişat fena... Nereye, Kime gidiyor bu kalabalık anlam veremiyorum. Bunca insan, bunca gürültü... Akşamın karanlığı bize neler getirecek kim biliyor? "Allah'tan ölüm, var diyorum. Ölüm var"...
Doğan ölüyor, yaşayan ölüyor, yaşamayan da... Bu hayatı kimler yaşamıyor ya da nasıl yaşıyorlar hiç fikriniz var mı? Aksam yemeğine yetişemeyen mi dertli, vakit namazını kaçıran mı? Terazinin kefesinde neler var? Hangisi daha ağır basıyor.
Kalbimi yokluyorum dün ki yolculukta "bu konuda taviz dahi verme" diyen dostun sözlerini işitiyorum tekrardan. Hata yapmıştım, "İslam" diye adlandırılan lakin adam akıllı yaşayamadığımız hayat biçimin eşiğinde durup karşıdan izlemek gibi fena ne olabilir bu hayatta... Hiç bir şey...
Fark ediyorum ki düşüncelerim gibi duygularım da örselenmiş kendimi ve onunla beraber öfkemi kontrol edemez olmuşum... Kızgın bir yağın içerisinde kalan bu öfke yağmurunda ıslanıyorum diyeceğim lakin yağmur gibi bir rahmeti öfke gibi bir ateş ile eş değer tuttuğum için utanıyorum. Evet, evet doğru olan ateş topuydu. Her yeri yangın yeri hissediyorum o yangında ne yanıyor nede kurtulabiliyordum. Ve o Kelam Sultan'ın söyledikleri düşüyor bu sefer aklıma;
"Yetiş ey keştibânım büsbütün deryada yangın var
Değil derya yalınız cümle hep sahrada yangın ..."
Bu nasıl bir yangın ki sonu her seferinde pişmanlığa çıkarken ben her seferinde öfkeme yeniliyordum... Yediğim, içtiğim öfke mi ki dilimden kem sözler çıkıyordu... Ben nasıl bu hale gelmiştim anlam veremiyorum... Sabah saatin altı buçuğu “Gönül evimin çiçekleri ezilmiş, Dilimde beddualar sıra, sıra dizilmiş. Çok aradım ölüm sahnesinden bir perde kendime. Ne yana baksam gün doğmamış üzerime”
Dilimdeki küfürlerin birine bin katıp İnsanları yararak içeri ulaşıyoruz. Siyah ile gri karışımı rutubet kokan bir oda karşılıyor bizi ve karşı da altı yedi tane kapı... Yerler beyaz fayans ile döşenmiş olsa da sulu ve siyah. Pis kokuya yavaş yavaş alışıyor burnum... Ne yapacağımı bilmez şekilde hemen cebimdeki sigaradan medet umuyorum bu kokuyu biraz daha hafifletir sanki... Pantolonun parçalarını bir iki kat sıvayıp ikinci kapıdan içeri giriyorum kat kat peçetelere silinmiş kanlar kötü bir hoş geldin şakası yapıyorlar... Burnumu kırıştırıp çatıyorum kaşlarımı mantığım sessiz kal dese de ruhum küfürleri saydıracak vaziyette... Başımı bu görüntülere alışık olan adama çeviriyorum onunda yüzü benimkinden farksız değildi onun hareketlerini izlediğimi fark etmiş olacak ki
- Hayırdır dedi.
-Ne kadar alışık olduğunu anlamaya çalışıyorum, diye karşılık versem de lafın altında kalmak istemediği aşikârdı.
- İnsanoğlu bu alıştım dersin ama her seferinde seni şaşırtacak bir şeyler çıkar dedi ve ' hadi sen dışardakilere bir bak bakalım' deyip beni gecenin kollarına attı. Saat bilmem kaç... Arabaya binip yüzümü çarpan Susurluk sağunu arabanın dışarısında bıraktım...
Yola devam. Öfkemin kontrolü resmen yoldan çıkmış vaziyette. Bütün düşüncelerimi bu kadar insanlara olan güvensizliğimi bağlıyorum… ne yazıyordu bir kafenin duvarında “Güven sorunum yok çünkü HİÇ GÜVENMİYORUM” Öfkenin içerisine şüphe ve güvensizliği katıp etrafımda bir tane insan kalmayıncaya kadar uğraşıyorum. Bugün değil belki ama yarın ceremesini çekeceğim bu huyum(huyumuz) ile sonumuzu hazırlıyoruz… Ne diyeyim Allah sonumuzu hayr etsin demekten başka söyleyecek neyim olabilir…
Ben kimdim ne oldum?
Bir avuç insan içinde yanar, tütmez oldum.
Tabip sendin, hasta ben,
Bakmayan gözlerin felaketim oldu...
Ben kimim, sen deyiver...
Evin, damın belli bilirdim.
Eyüp Sultan yolu yokuş, geldim evde yoksun.
Taşın mı yok, taşın üstünde ismin mi?
Çoluk çocuktuk, sonra genç olduk.
Peki, insan kâmil olur mu?
Ben kimim, nolur söyleyin,
Kalemim ne ki kelamım olsun.
Bu Öfke bu kin neyin eseriydi bilen mi? Var.