Üzülmüş sandalyenin üzerinde oturuyordu adam. Çok uzun boylu olduğu söylenemezdi, elleri zayıf kuru bir tahtadan hallice. Üst üste giydiği ceketlerin onu ısıtacağını düşünüyordu. Yüzüme bakıp "buradan çay akıyor burası ondan soğuk" Dedi. ‘Güneşe geç, ısınırsın’ davetime “titremesini bilirsen üşümezsin” şeklinde cevap verdi. Güneşe sırtımı verip olduğum yerde durdum. Kış güneşine güven olmaz derdi Dedem. Ah Dedem! Yine anımsadım seni...
Aralığın son demini alıp ocağın ilk gününe servis ettiğim şu saatlerde;
Ayağımda çarık, heybem boş, hava soğuk...
Aklım pencereden hayalleri sarkmış olan kadına, âşık olmuş adamda...
Kaf dağına uzanan ellerin izleri, bin bir gece masallarında ki o hülyalar...
Karanlık gecenin koynuna saklanmış düşünceler ve görülmesi beklenen rüyalar...
Toplaya bildiğimi topladım ama hâla kırıntılar var, dokunmaya bile kıyamadığım...
Kış çetin olmasa da geceleri soğuk ve gündüzler bile sisli.
Adam hala o pencereden bakan kadını merak ediyor,
Ben ise o adamın nasıl âşık olduğuna...
Sahi nasıl sevmişti,
Ellerini uzatma cesaretini beynine ilk ne zaman düşürmüştü... Kendinde ilk ne zaman bulmuştu?
Gözlerine bakmak hülyaya dalmak derken dudaklarından şarabı ne zaman içmişti...
Belli yetmişli yılların Türk Filmiydi...
Heybem dolmuyor, Bu çarıkla bu zamanda bu yolculuk zor...
Hele ki özlem ile...
Özlem…
Kokusu olsa nasıl bir şey olurdu acaba diye sormadan edemedim kendime. Olur, mu demeyin!
Özlemin kokusu olmalıydı, beklememeliydi anne kuzusunu, toprak yağmura, âşık maşukunu...
Canı yanmamalıydı kimsenin ve bıçak sırtı yaşamamalıydı insan özlerken...
Kan gövdeyi götürmemesi gerekiyordu. Saatler bu kadar acımasız geçerken.
Aydınlığa en yakınken uykuya dalmamalıydı gözler.
Yollar vuslata tanıklık etmeliydi.
... Özlemin kokusu olmalıydı. Eti kemikten ayırmamalıydı.
Titremeyi bilen üşümeyi bilmez dedi adam... İnsanlar bu kadar üşümemeliydi.
Uzaklık, silinip atılmalıydı.
Seven sevdiğine kavuşmalıydı. Ama seven kavuşmaz ancak yanar demişti erenlerden biri...
Özlem bu yüzden hiç sönmeyen dumansız ateş oldu, kokusuz kaldı...
Gecenin puslu havasında başında sarığı, üstünde tennuresi olan ak saçlı ihtiyar, kor ateşinde aşk ile meşk arasında demlenmiş çayını yudumlarken;
Kızım!
Bilir misin, Vatan nedir. . . ?
Vatan Üç tarafı denizlerle sınırları tel örgülerle çizilmiş, bir toprak parçası değildir. . .
Vatan Ötülenden Buhara’ya. . .
Mekke'den Medine'ye
Bosna’dan, Kosova'ya
Tebriz'den Karabağ’a. . .
İstanbul'dan Şam'a
Halep’ten, Antep'e…
Bağdat'tan Kudüs'e kadar Müslüman Türk'ün ayak bastığı yerdir.
İslam ile şekillendirip Allah'ın adaletini hâkim kıldığı coğrafyaların tümü vatandır. . .
Eyvallah!
Hâsıl olan değil midir? Hubbül Vatan Min El İman (VATAN SEVGİSİ, İMANDANDIR… )