Eveleyip gevelemeden suya hasret bırakan adamın incilerini kulağımdan yüreğime inişini izliyorum... Ne demişti; suya hasret kalınca... Su, kendine yön arayınca, aramaya kalkınca geçtiği yerleri çiçeklendirir. Öyle güzel ilerler ki zemzeme ulaşır. (İnşallah diyorum inşallah) Kifayetsiz kalan kelimelerimi koyacak yer bulamıyorum... Sarhoş edip baş döndüren gülüşünü, duvara yerleştirip kendi tebessümü mü saklıyorum... “En güzel süsün edebin olsun, bu durum seni şımartmasın” diyen adamın kelamını kulağıma küpe edip tertemiz bir sayfa açıyorum…
14 dakika 42 saniye süren konuşma da tek hayıflandığım konu, süre. Neden tek sayılı değil? Neden bilmem çiftli sayıları sevemedim gitti. İnsan bile tek başına bir âlemdir... Evlenir eşini bulur, o iki insan tek olur... Millet savaşa gider, düşmanı tek vücut saldırır... Öyle değil midir?
Elbette öyledir...
“Sen hiç daksilli kâğıda yazı yazdım mı?” Diye soruyor adam... Adam alnını secdeden kaldırıp telefonu eline alıp da arıyor. Kadın uzandığı koltuktan, o aradı diye doğruluyor... Edep! Yanında olmasa ne olacak. O görmese ne olacak... Halden hâle anlayan bir yürek yok mudur?
Elbette vardır...
Artık anladım, sessizliğin sebebini; toprağı susuz bırakmak. Maksat zemzemi buldurmak... Maksat çatlamış toprağı su verince çiçekler açtırmak... Kalp ile hâsıl olunca maksat, haddini aşmıyordu. Ve seviyordu mübalağa sanatını... Yazmayacaktın o yazıları diyor... Lakin yazılması lazımdı. Dil, dile gelmeyince kalp mahzun kalmamalıydı. Bu sessizlikte. Bu yüzden dökülmeliydi kelam kucağına... Avuç içlerinin arasına bırakamayacağıma göre yüreğimi; kelam ile anlatmalıydım derdimi… Dert? Yok ya bu dert değil. Bu başka bir âlem…
Öyle de oldu? Rahatsızlık veriyor muyum? Sorusunun karşılığıydı “bir daha bu soruyu sorma” cevabı. O kadar açıktı, kapılar. Ve tek bir şart vardı. Bu şımartmayacak ve edep en güzel süs olacaktı...
Duvardaki gülüşünü alıp önüme koyuyorum. Maksadını aşmıyor hiç bir şey. Yerli yerinde bütün taşlar... El pençe duran bedenimi kenara çekip bir tebessüm konduruyorum dudaklarımın kenarına... Güldüren insan! Açılıyorum yavaş yavaş. Alışkanlık değil bu. Toprak susuz kalınca, suyu doyma isteği. Sen hiç daksillenmiş bir kâğıda yazdırma beni. Olur mu?
Elbette olur. ( İnşallah duasıyla)
Abartmıyorum, bakma "sevmek, mübalağa sanatıdır, abartın" dediğime... Sevgi denen şey olmasaydı kalem oynar, dil söyler miydi? En azından samimiyetsiz bir duruşu hissetmez miydi? Kalb. Elbette hissederdi. Çünkü kalp akıldan önce gelir. Kalbin onay verdiğini akıl sonradan tamam der... Hatta aklın ne kadar tamam derse desin kalp, hayır cevabını veriyorsa ne o işten hayır vardır nede o olaydan...
Öyle ya kalpten kalbe yol vardı... O güzel yazılar... O güzel kelamlar edilmese yazılır mıydı? Tabi ya! Hep söylerim “yazan değil yazdırandır as olan”... Yazının birinde avaz avaz o kelamı isterken cevabı haftalar sonra geliyor; "susuz bırakmak"... Çatlamış toprak gibiyim. Harcı karılmışta kurumaya yüz tutmuş gibi kalakalıyorum bazen... Ona rağmen Ne yapsam? Nasıl yapsam? Dedirtmiyor. Sen varsın ya! Peki, tam olarak nerede? Arkamda mı? Yanımda mı? Önümde mi? Önemli değil biliyor musun? Niye diyeceksin. Alınganlık yapıp belki de yüzün düşecek. Düşmesin! Bazı insanlar nerede olursa olsun varlıkları yeter... Baba gibi... Kardeş gibi... Ve dağ gibi " ben yanındayım" diyen. Bu yüzden kaç kilometre ötede olursa olsun fark etmez. Öyle değil mi?
Elbette öyle...
Bugün, hiç kimseye cevap hakkı tanımıyorum. Kendim onay veriyorum. Çünkü biliyorum kalbim mutmain... “Seni oradan alacağız başka yolu yok” derken; Nereye? Diye sormak dahi içimden gelmiyor. Bugün... Yarın... Belki de öbür gün... Ama Allah'ın izniyle mutlaka bir gün... Kim bilir dediğin gibi gözünün önü. Elinin altı. Yaramazlık yaptığımda kulağı çekilecek bir çocuk kadar yakın ama el kaldıramayacak kadar uzak... Sesini duyacak kadar yakın göremeyecek kadar uzak... Hangi şehre gözlerim değecek bilemiyorum ama gözlerime değen şehirde bir âlem olacak. İnsan nereye giderse gitsin yüreğindeki ve aklındakiler ile gitmiyor muydu? Sizce de öyle değil mi?
Elbette öyle... Elbette...
Saat 21.32... suyu bulmuş toprak gibiyim... Kana kana kelam içerken kâğıdın üzerine dökülüyor naçizane cümleler... Ne bulduysam, ne yazdıysam sendendir... Sen kimsin? Yazdıran... Yazdıran kim? O... O kim? Tanımıyorum... Yalan değil, genel geçer şeylerden ziyade en ufak bir bilgi sahibi değilim. Bütün bunlara rağmen, kimsenin bilmediği bir şeyi bilmenin huzuru için de ellerimi başımın altında bağlayıp düşünüyorum. Kalbim mutmain... Binlerce bilgi sahibi olsam ne olacak? Gönlüm, razı değilse. Öyle değil mi?
Hala oturduğum koltuktan kalkmadım... Birinci sayfa bitti bitecek... “Hepsini bugün yazma” diyorum kendi kendime. Yapamıyorum. Eteğimde ne varsa dökmek istiyorum. Dökülsün ki topraktan çiçekler filizlensin... Filizlenen çiçekler... Suya kavuşmuş toprak... Toprağa kavuşmuş insan. İnsana kavuşmuş başka bir insan... Öyle ya “insan ehline denk gelince heba olmaz” derler. Öyle değil midir?
Elbette öyle...
Bitmedi. Dağ gibi sıralıyorum, bugün. Kelama kavuşmuş kendimi yazarken... Haftaya kendimi yazacağım... Ne kadar kötüyüm sorusuna verecek elbette cevabım vardı. Öyle değil mi? İnsan kendini bilmez mi? Bak burada yalan söyledim. İnsan kendini bilmez. Kendini bilen insan haddini bilir. Haddini bilen insan Rabbini bilir. Rabbini bilen insan gaflete düşer mi? Hadi ölünceye kadar takipte olan ezeli düşmanı; nefsi, yakasını bırakmadı düştü diyelim. Düştüğü yerden kalkmaz mı? Eşek bile aynı kuyuya defalarca düşmezken.
Neyse ney... Anlatacağız elbette anlatabildiğimiz kadarıyla ama şimdi değil. Lakin şunun altını çizmekte fayda var... Alın açık, baş dik...
Ne diyordum... Su… Toprak... Edep... Sonra. Sonrası ne olsun dolu buğday başağı... Sonra un... Sonra hamur... Sonra ateşle kavuşmak. Sonra ekmek... Sonra hizmet...
Olduk mu? Olmadık. Ekmek gibi bayatlayıp sofralarda un ufak olmakta var, kaderde... Olsun, yıkılmak olur mu? Elbette olmaz. Lakin pişmek lazım... Hamur ateşi görünce nasıl pişiyorsa insan da öyle pişmeli... Öyle sevmeli... Öyle anlamalı. Öyle bilmeli...
Öyle değil midir? Elbette öyle...
Toprağı dikip sonra can suyunu eksik etmeyen varlığı,( adamı) o varlığı bildirip nasip ettirene binlerce kez şükürler olsun ümidiyle...
Ve onun son sözü ile veda edeyim... “Dua edelim birbirimize”.
Eyvallah!