Halim yok, halimi izhar etmeye… Bin bir türlü renklere boyandım.
Yavaş yavaş düşerken yapraklar ağaçlarından; kaybetme korkum katmerleniyor. Yağmur yıkamıyor ne şehri, nede beni…
Hakkım ve haddim olmayan işlerin başına geçen nefsimi idam sehpasını çıkaramamanın bedelini nasıl öderim bilemiyorum… Kendi kendime verdiğim cezalardan ceza beğenemiyorum; sessizliğe hapis ettiğim dilimi müebbet versem ne olacak. Elim; dilimin söylemek istediklerini yazdıktan sonra…
Başım sol omzuma düşüyor; ağlamaklı değil gözlerim, “hak” diye çarpan yüreğimin ağırlığını hissediyorum. ‘Kadrini, kıymetini bilmedin’ diyorum; gençliğin… Gençlik zehirli bir çiçek gibiydi; güzel alımlı çalımlı lakin zehirli… Geldi ve geçmekte işte; yaş yolun ortası. Kıyılara çekildi; istemsiz bir limanda.
Neyi çok istediysem; oradan vurdum kendi kendimi. Her defasında tokat gibi indi Necip Fazıl’ın;
“Sabrın sonu selâmet,
Sabır hayra alâmet.
Belâ sana kahretsin;
Sen belâya selâm et!
Felâh mı, onda felâh,
Silâh mı, onda silâh.
Sen de kim oluyorsun?
Asıl sabreden Allah…” Dizeleri… Sabır edemedim…
Akıllandım; İçerde bir yerlerde hiç tanımadığım o sevgiliye veda ediyorum... Küçük bir çocuk gibi dudaklarımı büküp, elimde kalemim usul usul çekiliyorum masadan...
Hemen sağ tarafımda duran sigaraya uzanıyorum; sol elimle hafif ezip ateşliyorum düşüncelerimi...
Belki bir akşam; alır başıma da gelirim, olmadığın sokaklara, yürümediğin kaldırımlara. Yabancı onca yüzlerin arasında arar dururum seni. Kim bilir, sana benzeyen çıkar belki...
Sisli dumanların arasından bembeyaz kâğıt çarpıyor dikkatimi. Hiç kirlenmemiş. En ufak silgi izi yok; keşke demeyen insanlar gibi...
Artık ne yazılır kâğıda veyahut ne yazılmaz bilemiyorum. Ufak bir kırgınlık var elimde. Birde evin hiç bir yerini yakıştıramadığım saçmasapan düşüncelerim...
Mesela, beş altı katli bir binanın en üst katında oturuyorum. Perdeler açık... Şehrin ışıklarının şavkı vuruyor, hafiften içeriye. İkili koltuğu camın önüne çevirmiş oturuyorum. Yalnızların yareni çayım; eşlik edenim...
Uzun uzun dalarken, şehrin onca pisliğin içerisinde; en safiyane düşünceler ile düşünüyorum seni...
Dakikalar sonra telefon çalıyor. Telefon konuşmasından sonra iki kare resim atıyorum... Çay eşliğinde seni düşünen kendimi... Çok yakışıyor bu ikisi diyorum kendi kendime...
Telefonu kenara bırakıp nereden, nereye diye düşünüyorum... Hepsi gelip geçti çok şükür deyip ikinci çay bardağını dolduruyorum...
Ben varım, sen yoksun...
Neredesin? Sorusunu dâhi soramıyorum. Bilmediğim bir evden, bilmediğim şehri izliyorum. Seni koyuyorum yamacıma.
Hasreti ilmek ilmek örüp yatağa sığınıyorum... Uyumam lazım uyuyup unutmam...
Veda ediyorum en güzel de bu yakışıyor bana. Hep sevmedim mi zaten yolları, atları dâhi kâğıdı, kalemi. Gitmelere teşne yollar; yazdırmadı mı bu yazıları.
Bazı şeyler akıl ile kalp arasında değildi. Hatta akla hiç uğramıyordu bile...
Bir kaç saniye gözlerine dalan gözlerimi hatırlıyorum. Suspus olan korku ile utangaçlığı karıştırıp ne yapacağını bilmeyen kendimi alıp; kapının dışına koyuyorum...
En çok sana ihtiyacım varmış benim. Sen ne zamandır hayatımdasın bilmiyorum... Çetelesini tutamadığım günlerin hesabı çok basit... Görmedim, duymadım, bilmiyorum Aynı şehirde bile değildik, aynı yoldan geçmedik. Aynı bardaktan su içmedik... Ne yemek masasındaydık ne âlem masasında...
Yalnız içtiğim çayları hatırlıyorum... İstemeye gidilmiş kız çocuğu edasında oturan kendimi... Korkma! Sözleri dolanırken etrafta; aslında afacan çocuk gibiydi yüreğim. Onu susturmaktı niyetim...
Sustu... Sustuk... Ve işte gidiyoruz...
Uğrayamadığım şehrin senin olsun; bana gök kubbe yeter...
Az olsun, öz olsun...
Benim olmayan düşüncelerle veda ediyorum; kâğıdı kalemi ve masa başındaki düşüncelerimi...