Ya yol yanlış ya da yolcu. Kim bilir belki de en başından beri her şey yanlıştı...
Değişen yol güzergâhından sonra yazmaya vakit mi kalmadı yoksa yazdıracak insanlara mı denk gelemedim? Diye düşünmeden edemiyorum. “Tebdili mekânda ferahlık vardır” derler, doğru derler. Zira bazı sıkıntılara yol verdiğimiz gibi bazıları da hanemizde hala misafir… Tez gider, umudunu taşırım…
Yarım saat daha uykuya fazla düşkün olmaktan mıdır? Bir yerde alışkanlık ettiğim rahatlığımın bozulmasından dolayı kalem bile eskisi gibi misafir olmaz, gönül haneme… Gönül hane dolu mudur? Dolu olsa kalemsiz, kâğıtsız olur mu? Olmaz elbet! O zaman bu denli sancı ne, anlamak mümkün değil… Yanlış hanede misafir tutarım, tutarız…
Günlerdir yazayım derken bir sabah hiç alakasız cümleler diğer cümlelerin önüne kalkan olmuşta, kâğıda kurban olmak istercesine uzanıyorlar önüme... Hepsi de parmak uçlarımda, hepsi de yüreğimin derinliklerinde; dağdan ovaya doğru taşların arasından ince ince toprağa karışa karışa gelen su gibi... Öyle içten, öyle yavaş, öyle sakin...
Yüreğim ince ince suyunu sızdır iken ben ne yapıyorum?
Sana doğru gelen yolun, bütün levhaları yeniden konmuşta izini arar gibi... Bütün bilenler meşgul, yüzümü yıkayıp geçen suyun üzerinde gördüğüm yansıma ile aynadaki gördüğüm suret arasında ahenk tablosunu hangi duvarlara assam, diye düşünüyorum...
Öyle bir mimar var ki yüreğimin içinde inşa ediyor seni, şah damarıma, damarıma... Vuslatı nereye yazdı bilinir mi ki? Dökülen satırları birer birer toplarken kâğıdın üzerine, ‘ben konuşamıyorsam bari biri söyleyin’ düşüncesi ile müzik açıyorum; günün anlam ve önemine istinaden "Mim Rasouli & Hüseyin Fakhri-“Hayhat” Kalem şahlandı sanki... Rüzgâr deli estiği zamanda iyi gidiyor bu eser, dinlemenizi tavsiye ederim... Kim bilir merakınızı celbeder.
İnci, sancı mahsulüydü, böyle hatırlıyorum... Ruhumun dinmek bilmeyen veda mektuplarını hangi adrese göndersem… Olmayan adreslerde olmayan insanları aramak; tam benlik bir şey(!) bayılırım zaten boş işlere kafa yormaya; bu yüzden ağarmadı mı çoğumuzun saçları.
Birden bir tebessüm gelip oturuyor, dudaklarımın kenarına. Bir kuşun benden kaçmayışına seviniyorum. Ne tuhaf! Kaldırımda bir kuş ile birkaç adım atmak… Gözüm telefon direğindeki kumruda olurdu ya da ağacın dalındaki serçelerde… Gökyüzüne selam salmam hep bu kuşlardan…
Endişe denen velet gelip oturuyor bu sefer yanıma, kuş kaçmıyor ama bir kedi çöpün yanında yemek yerken bile temkinli, çöpteki kediyi ürkütecek kadar ne yapmış olabilirim? Diye düşünüyorum… İncelik denen şey davranışlarda gizliydi. Sözde herkes birbirini seviyor, önemsiyordu. Yalan mı? Bir hayvanı, hayvan değil de “can” gözüyle baktığımız zaman yeşerecekti, gönül evimizin bahçesi, işte o zaman düşecekti cemremiz hayatımıza…
Hava soğuk! 55 dakika sürecek tren yolcuğun ardından 12 dakikalık metro serüveni var… Bostancı sahilinde gökyüzünü süsleyen kuşlar, küçük bir mola verdiriyor; 3 dakikalık… Bostancı… Deyip gülüyorum kendi kendime… Elimi, ayağımı niye bağlıyor neden beni kendine hayran bırakıyorsun ki? Bırak! Gideyim bilmediğim bir şehir unutturur seni… Şehirler hep birbirine benzermiş, hikâyesine dokunmayınca… İnsanda şehirler gibiydi, iç dünyasında kim bilir neler saklıyorlardı… Sahi siz kendinizde ne saklıyorsunuz? Benim en büyük sırrım; arayışlarım… Arayıp bulamadıklarım, bulduğumu sanıp durakladıkları… Yol levhaları diyoruz ya hep… Yol, aslında yola çıkmış olan insana gösterilir. Öyle değil mi? Mevla, aratıyorsa buldurur düsturu vardı, olması da güzel bir şey. Böyle olunca; “her gördüğüne Hızır, her geceyi de Kadir” bilmesi gerektiğini anlıyor insan…
Anlamamız gereken o kadar çok şey var ki, değil mi? Kendimizi dahi tanıyamazken insanlar üzerinde önyargılarla beraber fikir üretiyoruz. Bende bunlardan biriyim. İlk izlenim esnasında çizdiğim görüntü kolay kolay silinmemekle beraber üzerine daha eklemeler yapıyorum. İtiraf etmem gerekirse ben bunun faydasını çok gördüm. Hemen güvenmemeyi, şüphe duymayı, insanın kendi kendini korumaya alması gerektiği gibi meziyetler veriyor zamanla… Her şeyin aşırısı kötü tabi…
Korkmamak gerek hiçbir şeyden. Korkan insan, düşünemez. En azından sağlıklı... Hiç bir şey yapamaz, çaresizliği iliklerine kadar hissetmeye başladığı zamanlarda da ölümü düşler durur. Oysa düşünüp, yorup hızlı bir çıkış kapısı bulmak lazım hayattan…
Bu aralar çıkış kapısı olarak hatıralarıma sarılmakta buluyorum. Unutulmaya yüz tutmuş hayallerimi, bir daha görmenin mümkün olmadığı suretleri koyuyorum… Ne faydası var? Sorusuna verecek cevabım yok. Sadece iyi geliyor, hepsi bu… İhtiyar bir adamın camın önünde, elinde fotoğraflarıyla beklediği gibi beklemek işime geliyor sanırım, yapacak başka bir şey bulamayınca…
İnsanlar! Ah İnsanlar!
Zannetmeyin ki kendimden bahsediyorum. Her Allah'ın günü 4 saatlik yolculuk gösteriyor, öğretiyor birer birer... Ömürden ala ala... Dosta, dost nazarıyla bakarken deyim yerindeyse "kanı bozuk" diye hitap ettiğimiz insanlara bakışımızı...
Sevda terk etmez; yâri, yareni lakin gitmek zorunda hissettiğimiz o anların içinden çıkınca da yapacak bir şey de kalmıyor sanki... Onca yazılanlar sizeymiş... Öksüz mü kaldı, yetim mi bilinmez? Kalemi bundan sonra kime evlatlık verelim. Peki, ya kâğıdı ne yapmalı? Elbette sizden birilerine yazan, çizenler bulunur... Kulağınızı, gözünüzü dâhi gönlünüzü dolduran satırlar olmasaydı alınır mıydı ele? İhanetten saymıyorum, okuyan olunca!
Bir yere gittiğimiz yok! En azından gitmemek adına savaşlarımız. Öyle ya tohumdan gelmedik mi meydana? Susayan bir çiçeği görmedikleri gibi bahçeyi de darmaduman etmeye çalışan insanların ellerine kelepçe bağlasak ne? Gökyüzünü görmeyen gül olur mu? Peki, Gülün önü ardı olur mu? Boş verin! Kim ne derse desin ne yapsın kalbinizden gelen o kokuyu yaymaktan vazgeçmeyin...
Ölmeyin, öldürmeyin...
Konuyu bir yere bağlayamadığımı oradan oraya geçiş yaptığımı düşünüyor olmalısınız, hakkınız var! Aklımın hızına yetişemiyorum bugün... Tıklım tıklım Marmaray treninde sabahın köründe hınçla hızlı hızlı parmaklarım klavyenin üzerinde gezinirken aklım ilden ile manadan manaya seyirde. Aşkıyla sararıp solmuş bütün cemalleri görmüşte bir ekmek uğruna nelerden vazgeçmişler sözünü aramaya çıkmış gibi... Sen neresindesin bu işin? Derseniz ben aşktan yanayım.
Bir gönül kazanmaktan daha büyük bir kazanç bilmiyorum, öğrenemedim, öğretmediler... Belki de bu yüzden kırdığımı, üzdüğümü düşündüm şahısların üzene çok düşmem ince eleyip sık dokumam... Bir yerde zararını da görmedim değil lakin gönül rahatlığı diye bir şey var ya! İşte o olunca rüyanda bile seni kimse huzursuz etmiyor bu yüzden bırakın gönül alın, aşk ile dolsun canınız...
Neyse nerede kalmıştık... Marmaray’dayım saat 07.21 güneşin doğmasına 11 dakika var. Çeşit çeşit insanların yüzünde baktığım günlerden bir gün… Herhangi bir insanın yüreğine güvercinleri bağlayıp uçuruyorum... Önce anlamaya çalışıyorum. Bir suretin izlerinde başka bir suret... Başka bir gözde başka bir gözü arıyorum. Kara bulutlar yok, tepemde ama günlük güneşlikte sayılmaz hani... Kızaran bir yüz, kızaran kulaklar...
Bülbülün güle yakarışı neredeydi? Niye bir bülbüle özenir olmuş, bir ses bir seda için, sızdıran su gibi ince ince sızıyordum kalbimden dünyaya...
Penceremdeki bütün güvercinleri kovmak geçiyor bir den içimden. Yakıştıramıyorum kendime. Kanatlarında getirip bıraktıkları boş umutları koyacak yerim kalmamış gibi... Yemlerini verip, kapatıyorum perdelerimi. Önümdeki insana dikkat kesilmeye devam ediyorum... Bugün etrafımda ruhu genç olup, yaşı büyük insan yok. Hemen hemen hepsi yaşı genç olup ruhları ölmüş insan topluluğu gibi... Belki de sabah sabah okuduğum, intihar haberinden sonra böyle düşündüm... Onunda penceresinde kuşlar birer birer gittiği için, gökyüzünü görmediği için, bu hayattan daha bir beklentisi olmadığı için gitti; diğerleri gibi... Veyahut yola çıkmaya hazırlananlar gibi...
Öyle olur, insan arar aradığını bulamayınca tükenir...
Kuşlar, öldü. Güneş battı. Perdeler kapandı. Tren durdu...
Yolcu, indi... Kâğıt, kalemin akıbeti belli değil, şems olmaya gücümüz yetmedi. Bir yürek alacak kabiliyetim dâhi kalmadı... Ölmeyi meyler gibiyiz... Uzaklardan gelen ses, kimin sesi bilmiyorum ama bir gün dönüşü olmayan seferlere binip binip gideceğiz. Bu yolda “nasılsın?” Sorusu sorma mecali kalmadı... Ya yol yanlış ya da yolcu. Kim bilir belki de en başından beri her şey yanlıştı...
Bütün kargaşaların sebebi yanlış olmakta ve yanlışı ancak insanlar yapmakta…
Bostancı seferi, biter…