PİRİNCİN TAŞLARI
Ben Ekonomist değilim. Ekonomi hakkında ahkâm kesecek de değilim. Ama bu işin sadece papazla ilgili olmayacağını da anlayacak kadar siyaset bildiğimi sanıyorum. Siyaset ve ekonomi hep birlikte yürümüştür. Ekonomistler siyasetin ekonomiden doğduğunu düşünmektedir. Siyasetçiler de siyasetin ekonomiyi belirlediğine inanıyor ama ben o düşünceye katılmıyorum. Tabii ki ikisi de birbirini etkiliyor. Önemli olan hangisinin daha etkin olduğudur. Siyasetin Ekonomiyi yönettiği açıkça görülmektedir…
Bazen ekonominin öncelikli belirleyici olduğuna inanıyorum.
Mesela Amerika'nın dış politikasında bugünlerde ekonomik kaygıların daha büyük bir rol oynadığı görülüyor. Burada siyasetin öne çıktığı, Papazı bahane eden yönetimde asıl söz sahibi, Trump’ mu, yoksa CIA’ mı? Kimin kimi yönetiyor olmasıdır…
Ekonomik büyümeyi öne alan Amerika uluslararası sistemin istikrarı ve güvenliğini göz ardı ediyor. Kendini kara geçirmek için aynı anda birçok ülke ile ekonomik rekabete girmekten ve onları tehdit etmekten kaçınmıyor. Veya 1990’lar da dünyadan ekonominin daha fazla belirleyici olduğu fikri de kabul edilebilir. O tarihlerde özellikle ulus devletlerin zayıfladığı iddiası bu nedenle ortaya atılıyordu. Bu fikre göre, liberal ve küreselleşen dünyada devletlerin etki alanı daralıyor, uluslararası kurumları daha da önemlisi özel firmaların etkinliği artırıyordu…
O tarihlerdedir, Soros gibi isimlerin ortaya çıkması. Para manipülasyonlarıyla ülkeleri dize getirmek, gelmeyeni çökertmek doksanlı yıllarda yöntem olarak kullanıldı. O zamanlar uluslararası ekonomi politik çalışanlar genelde dünyanın artık eskisi gibi olmayacağını siyasetin sadece bir yönetişim meselesine dönüştüğünü gerçek iktidar kullanım alanının çok daraldığını düşünüyorlardı. Devlet ve ilgili siyasi aygıtlar ekonominin kontrolünde, piyasaların kolay işlemesini sağlayan araçlar olarak görülüyordu. Bu durum yeni bir uluslararası yapı olarak kabul edilmişti...
Fakat 2009 ekonomik krizi ve Irak Savaşı Amerika'nın kanaatinde önemli bir dönüşüme neden oldu. Amerika artık maliyetli savaşlar yapmak istemiyor. Hatta uluslararası sistemi sürdürmekten bile kaçıyordu. Bunun vardığı yer izolasyon, korumacılık ve milliyetçilik oldu. 2011 yılından bu yana tüm dünya aynı eğilimi takip etmek zorunda kalıyordu...
Düzenin sahibi düzene sahip çıkmadıkça kimse çıkmaz, çıkamaz. Konuya bakacak olursak, bugün bu düzeni en fazla sürdürmek isteyenin Çin olması ayrı bir garabet. Telaş içindeler çünkü erken yakalandılar. Tabii bunun tek etkisi Çin'e ve ABD’ye değil. Tüm dünya hem ekonomik olarak hem de siyasi olarak yeni bir sarsılmayla karşı karşıya. ABD faizleri yükselterek doları kendine doğru çektikçe tüm dünyada dolar arzı düşüyor. Dolayısıyla dolar tüm dünyada değer kazanıyor. Ancak aynı zamanda siyasi rekabete girdiği ülkelerde bu iş daha da sert yaşanıyor ve yeni, yeni örneklerde de yaşanacaktır...
ABD birçok ülkeyle siyasi krizi zaten bilerek üretiyor.
Sadece Türkiye'yle değil tüm ülkelerle üretiyor. ABD’nin iki silahı var. Silah gücü ve dolar gücü, şimdi dolar gücüyle Dünya ülkelerini dize getirmeye çalışıyor. Türkiye sıcak olaylara çok yakın olduğu için Papaz bahanesiyle Türkiye'yle çok erken başladı…
ABD'nin dünya siyasetine dair genel umursamazlığı ve tamahkâr tavrı sürdükçe bu krizler devam edecektir. Papaz Brunson krizi bunlardan sadece bir örnek. Ne krizin kendisi ne de doların yükselişinin ana sebebi. Krizin örnek olaylarından sadece birisidir.
Papazı yarın versek bile yeni krizlere hazır olmak lazımdır. Papazı vermediğimizde en azından pazarlık şansımız devam edecektir ama bunun içerisinde CIA kokusu burunların direklerini kırıyor olmasıdır…