Islanmış bedenimi ayırıyorum geceden… Hastayım, iyileşmek bilmiyor bedenim, başımın içindeki uğultular da neyin nesi?
Ruhum, bir çocuk gibi cami avlusunda ayaklarında takunya...(tahta terlik) Çıkardığı sesle dans ediyor... Hasta bedene inat, ruhum, şadırvanın altında abdeste durmuş... Çocukluğuma dönüyorum, çocukluğum da ki o adam... Dedem…!
Elinde kırmızı bir tas, sobanın üzerinde kaynamaktan bitap düşmüş semaverden su alıyor... Ruhum o abdest suyuyla yanarken bedenim iğneler yüzünden delik deşik. Dizlerimde ki o yaraları çoktan unuttum, gözyaşlarım kurumuyor, ateşten bir top sanki... Birden büyüyorum, Üsküdar'ın dar metruk binalarında gezinirken o adamı hatırlıyorum... "Yetiş Ey Keştibanım! " diye inlediğim o insanı. Ve bundan iki sene öncesini… Az koşmadım sokaklarda, az taşımadım bavulu il il...
Tamahım kalmamış bir şeye hissediyorum... Varlıkla yoklukla sınanan İnsanlığımı yoklukta buldum. En büyük servetim, öğrendiğim ilmimmiş. Üstat dan verdiğin örnek geliyor aklıma! "Kuyruğu etrafında dönen kedi hayrette!
Âlim ki, hayreti yok, ne boş yere gayrette!" ( Necip Fazıl)
Bu saat olmuş yokluğunla konuşuyorum, öyle ya sen anlatırken ben yok oluyorum. Bu satırlar senden öğrendiklerim, zaten karşında konuşamıyorum...
Elimi ayağımı çekiyorum her şeyden… Namluyu indirdim, çekip boşaltıyorum şarjörü. Ruhumun peşinden gidiyorum... Minareyi merak ederdim, karanlık dar merdivenleri geçip gökyüzüne ellerimi daldırıyorum. Gözlerimi kapattım düşünüyorum en son ki sohbeti. Kulaklarımda çınlıyor sözlerin her sohbetinde başka başka manalar buluyorum ama en çokta ruhumun gezindiği o camileri unutamıyorum...
Anam 'senin göbek bağını camiye gömdük' derdi, musallaya uzanan yol göbek bağımın olduğu o yerden geçecek, bahtiyarım... Ölümün sessizliği korkutmuyor beni. Ama Karacaoğlan'ın dediği gibi "Gurbet eli bizim için yaptılar
Çatısını pek muntazam çattılar,
Ölüm ile ayrılığı tarttılar.
Elli dirhem fazla geldi ayrılık" (Karacaoğln) ayrılık koyuyor bana... Niyazım geriye kalmamak, 'kocamış eşek yükü' derdi nenem bedeni için. Kocamadan, bir yük bindirmeden göçmek en iyisi...
Senin "kendinize sorun ölünce ne yapacaksınız? Sorusu yerini alıyor.
"Çâr çîz âverde em şâhâ ki der genc-i to nîst
Nîstî vü hâcet ü özr ü günâh âverde em" ( Ey Şahım, dört şey getirmişim ki senin hazinen de yoktur. yokluk, hacet ve günah getirmişim)
Çok çetin bu soruyu es geçiyorum... Beni ana vatanımdan edecek değiller ya! Elbet birgün baba toprağına el yüz süreceğiz...
26 Kasım Pazar. Saat 04.50 kalem uyandırıyor, yatmaktan ağrılar giren bedenimi... Dışarda usul usul yağmur. Ruhum Eyüp Sultan tepelerine çıkıp gitsem mi diye düşünüyor. Bedenim, hasta hala yatağa bakıyor... Başımdaki o uğultular hala geçmek bilmedi... Ev ödevim vardı benim, okumaya söz verdiğim kitaplar. Ezber edeceğim şiir...
Kıskanmayın uykumu, uykum alem de
Alem benim içimde. Dem bu, bir zikir meydanı çevrile...
Yunus Emre'nin "gönül çalabın tahtı" dediği o yeri gül bahçesi ede...
Sultanım! İki cihan yüzüne güle...( Çeribaşı)
Saat 05.13 artık gün geç yırtılıp aydınlığa kavuşuyor ama yüreğimdeki kandilleri alıp yola çıkmak, senden öğrendiğimi çalakalem yazmak istiyorum...
Geçenlerde bir yerde okumuştum. İlim, insana insandan tecelli edermiş. Hoca öyle şeyler anlatır, öyle şeyler aşılarmış ki işaret ettiği kitabı okuma gereği duyarmışsınız. Doğrudur. Doğru yani… Kendimden biliyorum. İpe sapa gelmez, beyhude, avera beni Tecelli ettikleri kitaplarla yağmurun bir gül goncasının dibine düşmesine vesile olan insanlar oldu. Ya okyanusa düşseydi o yağmur damlası, ya bir çukura... Şükür ki toprağa karıştırdılar. Ayını, gününü, yılını bilmem ama gördüğümde karşı kaldırımda dahi olsam önümü ilikleyip, hürmetle elinden öptüğümüz hocaların cümlesinden Rabbim razı olsun. Bu vesile ne öğreniyor isek sizlerden...
Selam ve dua ile...