Dört duvarlarla çevrili bir mahpushane düşün. Gardiyanın her sabah “acaba bugünde var mı?” sorusu ile içtima aldığını ya da bir kafes düşün, kapısı sağlam olmayan. Sabah uyandığında görmek istediğin kuşu “acaba orada mı?” Korkusu ile uyandığını bazen de uyuyamadığın anları. Zor, hem de çok zor…
Parmaklıkların arkasından izliyorum, hayallerimi.
Gardiyan her ne kadar “gün doğmadan neler doğar” der gibi baksa da biliyordum, müebbetliği yaşıyordum.
Bir şeyleri kaybetme korkusu içerisinde yaşadığım günleri arar, hayatımı sorgular oldum. Ve ben, farkındayım ki bu taş duvarlar, seni beklediğim günlere şahitlik yapacak. Boş gözlerle baktığımı zanneden diğer mahkûmların yanıldığını, bu duvarlar gösterecek. Çünkü ben benden önceki olaylara şahittim…
Ellerimin arasından kayıp giden, “yaşam” denen döngü benim etrafımda dönmeyecek. Güneşi sadece dört duvarlar arasından bakacak, yazları gül kokusunu hissedebilmek için içimi çekeceğim, nem kokulu duvarları. Sonbaharda duvarın kenarına sürüklenip gelen yaprakları, elime alıp nerden geldiğini anlamaya çalışacağım. “süre bitti” Deninceye kadar kucağıma aldığım umutları taşıyacak, her seferinde de tekrar almak için kapı ağzına bırakacağım.
Sen, benden ve dört duvar arasında olduğumdan, en önemlisi de bütün bedenimi saran özlemin dile gelmeyen kısmından, adını anamadığım, “uzak” deyip yatağımın başucunda beklettiğim hayallerimden “SEN”, habersizsin. Ben, bende değil sende olduğumdan, sevdiğimden, özlediğim den, bu sokakların, bu kaldırımların sessizliğinden “BEN”, habersiz. ”BİZ” diye olmayan, olmayacak cümlelerin en başından bekli de satır sonlarında ki noktayı oluşturduğumuzdan habersiz.
Aslında söylemiştim “konuşmak, yazmak kadar kolay değil” diye. Sorarsam cevap alamam, askıda kalır umutlarım ama İnatla, “sor” der gibi gözlerime bakan gözlere, “inkâr etme, seviyorsun” dediğimde verilecek cevap yutkunmaktan başka bir şey değildi, biliyordum. Cevap vermek zorunda olduğun soruya “buna ne denir?” diye soru yöneltince fark etmiştim bende ki çaresizliği anlıkta olsa yaşadığını.
“Senin onu, onun ise seni sevdiği kadar” diye kestirip atınca bir kez daha aynı nokta da olduğumu anlamıştım. Çünkü sen en başından beri habersizdin. Dedim ya sana, biz iki sınırı oluşturan telleriz, ne ayrı kalabiliyor nede birlikteyiz. İmkânsız, habersiz biraz da çaresiz diye geçiştirdiğimiz yıllara sadece yanıyoruz.
Kokumuzu gülden, feryadımızı bülbülden almasak da basit diye geçiştirdiğimiz cümlelerin arkasına sığınıyoruz. Açılmayacak kapı yoktur belki ama biz olmayacak kapıları çalıp, birbirimizden habersiz aynı yönlerde olmak istiyoruz. Bir bardağa ya da bir kaba sığmayacak çorbayı biz döke saça sığdırmaya çalışıyoruz. Beklentilerimiz boş yere olsa da anlamıştık aslında bekleyiş, kaybettiğimizin göstergesiydi.
Mademki beklemek, kaybetmek o zaman tek bir şey kalıyor geriye. Bu oyunu ben başlattım ve yine ben sona erdireceğim. Olmayacaktı, olmamalı da. Vazgeçmesini bilmeliydik, bilmiyorsak öğrenmeliydik.
"özledim" derken, kimi, neden? Özlediğimizi bilmeliydik, bu kadar haddini aşmamalıydı, özlem…
Zaman, benim ile oyun oynarken sende bu oyunu kendini dâhil etmemen gerekirdi. Çünkü sen yaşayarak öğrenmiştin, beklemenin kaybetmek olduğunu bana da öğretmeye kalkmamalıydın.
Bitmedi, bitmezde ama ister anlık ister saniyelik olsun habersiz ve hareketsiz kalacaksın olanlara karşı. Yapılan “haksızlıktı” deyip sineye çekeceksin. “Ben anlatmaya hazırım, siz dinlemeye hazır mısınız?” desen de sesini duyuramadığını öğreneceksin. Sonra hatırlayacaksın senin habersiz olmadığın ama haberin yokmuş gibi davrandığın olaylar bir gün seni habersiz bırakacağını...
Sevmek lazım azizim... Köpeğin bile anladığı ama insanın insanı anlamadığı şu devirde sevmek lazım... Sevip insan olma erdemine kavuşmak lazım... Malum sevgi gül bahçesine, karganın kılavuzluğu da götüreceği yer de belli...